Yavuz Sultan Selim, hayatının son demlerinde yanından ayırmadığı doktoru Hasan Can'a hasta yatağında bulunduğu bir sırada:
- Hasan, beni nasıl görüyorsun, dedi. Hasan Can:
- Sultanım Allahü teâlâya kavuşmak zamanıdır. Artık Ona yönelin! dedi.
Yavuz:
- Ya Hasan, bunca zamandır sen bizi kiminle sanırsın? dedi.
Hasan Can, (Sultanım hiç bir zaman sizin için öyle düşünmedim ve düşünmem. Yalnız şu var ki her zamanki hâlinizle şimdiki hâliniz mukayese edilemez... Ben bu bakımdan size hatırlatmak istedim) demişti ki Padişahın ağzından artık son defa La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah dediği duyuldu.
Yavuz Sultan Selim Han şehadet getirerek ruhunu teslim etti.
Tahtıma oturabilir miyim?
Kanuni Sultan Süleyman’ın süt kardeşi Yahya efendi, bir gün atıyla giderken iki tane papaz yolunu keser. Atın yularlarını tutan papazlar der ki:
- Ya Şeyh, sizin dininizde ölmüşlerden vergi almak var mıdır?
- Hayır böyle bir şey yoktur.
- Ama sizin sultanınız bizim ölülerimizden bile cizye alıyor bu nasıl oluyor?
Bunun üzerine Yahya efendi hemen padişaha bir mektup yazıp, "Oturduğun o taht sana haram olsun, başına geçsin. Zulmün ölülere bile ulaştı. Bu yaptığın zulüm nedir? Derhal o tahtı terk et" diye çok ağır şeyler söyler.
Koskoca Padişah bu mektubu alır almaz derhal yanındakilerle beraber yola çıkıp Yahya efendinin dergahına gelir. "Abiciğim, hayırdır ne suç işledim acaba?" diye sordu. Yahya efendi, "Daha ne olsun memurların, gayrimüslim vatandaşların ölmüşlerinden bile cizye alıyor. Böyle zulüm olur mu?"
Padişah hemen yanında bulunanlara sordu ve kayıtların beş senedir yenilenmediğini anladı. Rengi sapsarı oldu. Derhal kayıtları yenilettirdi. Fazla alınanların hepsini iade ettirdi, helallik diledi.
Bu arada da tahta oturmadı, tekrar Yahya efendiye gidip, "Şimdi tahtıma oturabilir miyim?" diye sordu. O da, "Git artık nasıl oturursan otur” buyurdu.
Atalarımız böyle âdil idi
İstanbul’un fethinden sonra, Osmanlı askerleri, Bizans hapishanelerini kontrol ettiler. En ücra bir mahzende üç papaz buldular. Alıp Fatih Sultan Mehmed Han’a götürdüler. Sultan, onlara hapsedilmelerinin sebebini sordu. Papazlar, “Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik. İmparatorun zulüm ve işkencelerinden, yaptığı rezalet ve sefahetten dolayı kendisini ikaz edip, sonunun yakın olduğunu söyledik. O da, bize kızdı zindanlara attırdı” dediler.
Fatih Sultan Mehmed Han, papazların ellerine serbest dolaşma belgesi verip, memleketini gezip görmelerini, Osmanlı Devleti hakkında kendisine görüşlerini bildirmelerini istedi.
Papazlar, İstanbul’da bir çarşıya girip, sabahın erken vaktinde bir şeyler almak istediler. Siftah yapan bir dükkandan, komşuları siftah yapmadan ikinci bir şey alamadılar.
Anadolu’ya geçtiler dolaşırken, ezan okunmaya başladı. Kimse dükkanını kapatmaya bile lüzum görmeden camiye gittiler. Hiç kimse, bir başkasının malına, canına, ırzına, namusuna zarar vermeyi aklından bile geçirmiyordu.
Papazlar, bütün bu hadiselerden dolayı şaşkına döndü. Kaç şehir dolaştıkları halde, bir mahkemeye tesadüf edemediler. Her kasabada kâdı var, fakat dava yoktu. Hırsızlık yok, katillik yok, namussuzluk yok, eşkıyalık ve dolandırıcılık yok, kötülük yoktu. Birkaç ay dolaştıktan sonra, şehrin birinde bir mahkemenin olacağını haber alıp, oraya koştular.
“En sonunda Osmanlının aksak yönünü yakalıyacağız” deyip, dinleyici olarak içeri girdiler. Davalı ve davacı geldi. Kâdı yerine geçip meseleyi dinledi. Adamlardan biri anlattı: “Efendim, bendeniz bu din kardeşimin tarlasını arzu ettiği fiyat üzerinden satın aldım. Birkaç sene ekip kaldırdım. Fakat bu sene çift sürerken, sabanımın demirine bir şey takıldı. Kazıp çıkardım. İçi altın dolu bir küptü. Küpü götürüp, daha önce tarlayı satın aldığım bu kardeşime vermek istedim. O kabul etmedi: ‘Ben tarlamı, altı ve üstüyle birlikte sattım. Onun ekip kaldırdığında bir hakkım olmadığı gibi, toprağın altında da bir hakkım olamaz’ dedi.”
Üç papaz, altın küpünün kimin olacağına dair mahkemeyi ibretle seyrediyorlardı. Tarlanın yeni sahibi çıkarttığı altın küpünü eski sahibine vermek istiyor, “Toprağın altında küpün varlığından haberdar olsaydı, bana orayı satmazdı” diyordu.
Eski sahibi ise, “Efendim, durum kardeşimin anlattığı gibi vâki oldu. Ancak, bendeniz ona, o tarlayı, altı ve üstüyle birlikte sattım. Onun ekip kaldırdığında bir hakkım olmadığı gibi, toprağın altında da bir hakkım olamaz. Senelerdir ben o tarlayı sürerim, benim nasibim olsaydı ben bulurdum” diyordu.
Kâdı efendi, bu iki Müslüman arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Çünkü, birinin temiz ve saliha bir kızı, diğerinin de salih bir oğlu vardı. (Bu gençleri evlendirelim, bu küp altın da onların düğün hediyesi olsun) diye teklif yaptı. Onlar da kabul ettiler. Davayı böylece halletmiş oldu. Papazlar da şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemez bir halde oradan ayrıldılar.
Papazlar, Anadolu seyahatlerine devam ettiler... Yine bir gün, bir mahkemeye şahit oldular. Kâdı efendi, davacıya söz verdi. O da meseleyi şöyle anlattı: “Bir hafta önce bu kardeşimden bir at satın aldım. Evime götürüp bakımını yaptım. Ancak birkaç gün sonra at rahatsızlandı. Atın daha önceden hasta olması mümkün olabileceği gibi, ben aldıktan sonra da hastalanması mümkün idi. Atı satın aldığım arkadaşa bir şey diyemedim. Gelip durumu size arz edeyim ki, aramızı bulasınız diye düşündüm. Ancak o gün sizi bulamadım. Siz şehir dışına gitmiştiniz. Siz geri gelmeden de at öldü. Hükmünüzü talep ederim.”
Kâdı efendi düşündü. At ölmüş, onlar arasında dava bitmişti. Suç kendisinindi. Atı satanı suçlayamazdı. Çünkü atın durumu ortaya çıkmamıştı. Öbürü de vaktinde müracaatını yapmıştı. Tek eksik taraf; kendisinin şehirde, vazife yerinde bulunmaması idi. O halde atın ücretini o ödemeliydi. Atın fiyatını öğrenip, kendi cebinden bedelini verdi.
Böyle âdil bir kâdı efendinin ve böyle âdil bir mahkemenin mevcudiyetini akıllarına sığdıramayan Bizans papazlarının, hayretlerinden ağızları açık kaldı...
“Anadolu’da bu kadar dolaştığımız yeter” deyip, İstanbul’a dönen papazlar, İstanbul Kâdısı Hızır Bey’in huzurunda, Padişah Fatih Sultan Mehmed Han ile, bir Hıristiyan arasında bir davanın görüleceğini duydular.
Koca Osmanlı Devleti’nin Sultanı, çağ açıp çağ kapayan İstanbul Fatihi Sultan Mehmed Han ile bir hıristiyan mimar, Kâdı Hızır Bey’in karşısında ayakta bekliyorlardı. Fatih Sultan Mehmed Han, vazifesine ihanet eden Hıristiyan mimarı mahkemesiz cezalandırmış, Hıristiyan mimar da, Kâdı Hızır Bey’e şikayet etmişti.
Hızır Bey, Fatih Sultan Mehmed Han’ı haksız bulup aynı şekilde Sultanın da cezalandırılmasına hükmetti. Eğer mimar rıza gösterirse, diyetle kurtulabilecekti. Hıristiyan mimar, bu adalet karşısında ne yapacağını şaşırdı. Oracıkta, Kelime-i şehadet getirip Müslüman oldu...
Papazlar, fetihten sonraki İstanbul hayatını da çok merak ediyorlardı. Müslümanların oturdukları, yeni yeni yerleşmekte oldukları mahallelere gittiler. Onların tam bir teslimiyet ve sükunetle işlerini yaptıklarını tam bir temizlik ve titizlikle eşyalarını yerleştirdiklerini gördüler. İstanbul bambaşka olmuş, sanki, birkaç ay önceki Bizans gitmiş, yerine gökten bir İstanbul inmişti.
Padişah tarafından Osmanlı ülkesini gezip görmekle vazifelendirilen papazlar, İstanbul’daki Hıristiyan mahallelerini de görmeden edemediler. Bugünkü Fatih Camii’nin doğu taraflarına ve Fener’e doğru gittiler. Hıristiyanlar bile değişmiş, sokaklardaki pislik azalmıştı. Kimse kimseye zulmetmeye cesaret edemiyordu. Kâdı Hızır beyin, Padişaha bile ceza vermekten çekinmemesi onları korkutmuştu. Herkes sessiz, sakin işine devam ediyor, eskisi gibi içip içip, sokaklarda, nârâlar atamıyorlardı. Kimseyi rahatsız edemiyorlardı. Hıristiyanların en fakirine bile ev verilmiş, kimse aç ve açıkta bırakılmamıştı. İstanbul’da herkes huzur içerisinde idi.
Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, birkaç gün dinlenip düşündüler, izin isteyip padişahın huzuruna çıktılar. Gördüklerini bir bir arz edip; “Bu millet ve devlet, böyle giderse, kıyamete kadar devam eder” dediler. “Böyle bir ahlak ve yaşayışa sahip olan insanların dini, elbette Allahü teâlânın hak dinidir” deyip, Kelime-i şehadet getirip Müslüman olmakla şereflendiler.
Siz bu orduyu yenemezsiniz
Kanuni Sultan Süleyman Han, haçlı saldırılarına son vermek için ordusuyla sefere çıkmıştı. Ordu, ağır ağır ilerliyordu. Yol dar olduğundan, ordu mecburen bağların içinden geçiyordu. Hava çok sıcak olduğundan asker susuzluktan kıvranıyordu.
Çok güzel üzümleri bulunan, bir bağdan geçerken, askerin biri dayanamayıp, bağdan bir salkım üzüm kopararak biraz olsun susuzluğunu giderdi. Sonra da, asma ağacına, yediği üzümün çok üzerinde bir para bağlayarak, yoluna devam etti.
Çok geçmeden mola verildi. Asker, kan ter içinde bir köylünün koşarak geldiğini gördü. Hıristiyan köylü ısrarla Padişah ile görüşmek istiyordu. Köylüyü Kanuni’nin huzuruna götürdüler. Kanuni sordu:
- Nedir bu hâlin, kan ter içinde kalmışsın, yoksa askerler sana zarar mı verdi?
- Ben şikayet için değil memnuniyetimi bildirmek için geldim. Böyle bir askeri, böyle bir komutanı tebrik etmemek insafsızlık olur. - Askerlerim sizi memnun edecek ne yapmışlar?
- Askerleriniz bağdan geçtikten sonra, asmanın dalında bağlı bir kese gördüm. İçini açtığımda para vardı. Dikkatli baktığımda, bir salkım üzümün koparıldığını gördüm. Anladım ki koparılan üzümün parası olarak bırakılmış. Sizde böyle güzel ahlaklı asker olduğu müddetçe sırtınız yere gelmez.
Kanuni, derhal o askerin bulunmasını emretti. Hıristiyan köylü, bu askere ne gibi mükafat verecek diye merakla beklemeye başladı. Nihayet asker bulunup, Padişahın huzuruna getirildi. Kanuni, (Niçin izinsiz iş yaparsın? Parası verilmiş olsa bile, sahibinden habersiz mal almanın caiz olmadığını bilmiyor musun?) diye askeri azarladı. Sonra da, (Bu asker derhal ordudan uzaklaştırılsın) diye emir verdi.
Hıristiyan köylü heyecanla Kanuni’ye sordu:
- Ben bu askerin mükafatlandırılması için gelmiştim, siz onu niye cezalandırdınız?
- Kursağında, haram lokma bulunan bir askerle zafer kazanılmaz. Bunun için ordudan attım. Eğer aldığı üzümün parasını bırakmamış olsaydı, zalimlerden olurdu. İşte o zaman kellesini bile zor kurtarırdı...
Aynı ordu, Belgrat yakınlarında, yine mola vermişti. Askerler, susuzluklarını gidermek, abdest almak için çeşme arıyorlardı. Bir manastırın yakınında çeşme bulup, ihtiyaçlarını giderirken, rahip, birkaç rahibeyi iyice süsleyip, çeşmenin başına gönderdi. Kadınların geldiğini gören askerler, hemen çeşmenin başından çekilip, sırtlarını döndüler, süslü kadınlara yan gözle bile bakmadılar.
Bu durumu uzaktan ibretle seyreden rahip, hemen Haçlı kumandanına şunları yazdı: “Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bunlar kadına-kıza, mala-mülke önem vermiyorlar. Bütün mal ve mülklerini feda ederek, Allah yolunda savaşıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Siz onlardaki bu özellikleri ortadan kaldırmadan, onlarla savaşırsanız, canlarınızdan ve mallarınızdan mahrum kalacağınız açıktır. Kendinizi ölüme atmayınız!..”
Sultan Süleyman’ın sandık vasiyeti
Kanuni Sultan Süleyman Hanın, vefat ettiğinde yerine getirilmesini istediği bir vasiyeti vardı. Bu vasiyet, şahsına ait özel küçük bir sandığın kendisi defnedilirken mezarda yanına konmasıydı.
Hayatı seferlerde geçen Sultan Süleyman yine bir seferde iken vefat etti. Cenazesi İstanbul'a getirilince derhal defin işlemlerine başlandı. Bu vasiyeti üzerine sandık meydana çıkarıldı ve hazır tutuldu.
Büyük hükümdarın cenaze töreninde şüphesiz bütün devlet erkanı hazır idi. Şeyhülislam Ebussuud efendiye, Sultan Süleyman’ın böyle bir vasiyeti bulunduğu söylendi. Ebussuud efendi "Zinhar böyle bir vasiyeti yerine getirmeyesiz, dini mübine yani İslam'a uymaz” dedi.
Nihayet vasiyetin yerine getirilmemesi kararlaştırıldı. Küçük sandık mezara konulmadı ama içinde ne vardı, dünyanın en büyük hükümdarının mezarına konmasını istediği şey neydi? Herkesi bunun merakı sarmıştı. Bu vasiyet yerine getirilmediğine göre sandık açılmalıydı. Nitekim öyle yapıldı. Sandığın içi, Kanuni'nin yapacağı işlerin, vereceği kararların dine uygun olup olmadığı hakkında Şeyhülislamdan aldığı fetvalarla dolu idi. Bunun üzerine Ebussuud efendi, "Hey büyük sultan, sen Allah katında kendini temize çıkardın, mesuliyeti bize yıktın, biz nasıl bunun altından kalkacağız bakalım" diye ağladı.
Hadim-ül harameyn de
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethetmiş ve hilafet 1516 yılında Abbasilerden Osmanlılara geçmişti. Cuma günü Ümeyye Camiinde Cuma namazı kılınırken, imam Hutbede halifenin ismini zikredip (Hakim-ül harameynişşerifeyn = Mekke ve Medine'nin hükümdarı) dedi. Yavuz hemen oturduğu yerden ayağa kalkarak, (İmam efendi, Hakim-ül harameyn deme, Hadim-ül harameyn = Mekke ve Medine’ye hizmet eden de) dedi.
Yavuz’un âlimlere verdiği kıymet
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethettikten sonra, İstanbul'a geri dönüyordu. Adana civarına geldiklerinde, şiddetli yağmur yağmış, ortalık çamur içinde kalmıştı. Birkaç gece o havalide konakladıktan sonra, yola çıktılar.
İlim adamlarına son derece kıymet veren Yavuz, yanı başında devrin büyük ilim adamlarından Kemal Paşazade ile beraber gidiyorlardı. Bir ara İbni Kemal'in atı tökezleyerek ayağından sıçrayan çamur, Yavuz'un üzerine bulaştı. Bu tökezleme esnasında, hem Yavuz'u ileri geçmiş olmasından, hem de üzerini pislemiş olmasından İbni Kemal korktu.
Bu hadise karşısında Yavuz Sultan Selim adamlarına, “Bana yeni bir kaftan getirin ve bu elbisemin üzerindeki çamurları da sakın temizlemeyin! Âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur benim indimde muhteremdir. Ben öldüğüm zaman bu kaftanımı, kefenimle beraber sarın” dedi.
Fatih’in ilme verdiği kıymet
Fatih Sultan Mehmed Han, Fatih Camii civarındaki meşhur medreseleri yaptırmıştı. Talebelerin medreseye girdiği ana kapının önüne mezar kazdırdı. Çukurun üzerine demirden bir ızgara koydurdu. Ancak hiç kimse bu yapılanlara bir mana verememişti.
Fatih dedi ki:
Ben vefat edince üzerime, mezarımdan çıkan toprağı atmayın! Onun yerine bedenimi, medreseye devam eden ilim talebelerinin ayakkabılarından koparak ızgaranın altında biriken bu mübarek tozlarla, çamurlarla örtün. Umulur ki Cenab-ı Hak, onların yüzü suyu hürmetine bana merhamet eder.
Askerime helal lokma gerekir!
Sultan II. Murad Han zamanında, henüz Osmanlılarda hazine teşkil edilip saraya tahsisat ayrılmamıştı. Hâl böyle olunca, padişahlar da çok zaman parasız kalabiliyordu.
Fazlullah Paşa, II. Murad Han’ın Çandarlı Halil Paşa’dan borç para istediğini görüp dedi ki:
- Sultanım, Padişahın vezirlerden ve şundan bundan para istemesi yerinde olmaz. Müsaade buyurursanız bir hazine teşkil edilsin ve oradan saraya tahsisat ayrılsın.
Fazlullah Paşa’yı dinleyen Sultan Murad hazretleri sordu:
- Bu parayı nereden temin edeceksin?
Paşa dedi ki:
- Sultanım çok zengin var, bir fermanla bazılarından mal toplamak mümkündür.
Sultan Murad Han, celalli bir şekilde dedi ki:
- Paşam, bu nasıl sözdür! Böyle bir şeyi nasıl teklif edersin. Bizim idaremizde üç helal lokma vardır. Biri madenler, biri cizye, biri de savaş ganimetleridir. Bizim askerimiz gazi askerlerdir. Bunlara helal lokma gerekir. Bir padişah ki askere haram lokma yedirir, o asker artık harami olur. Haraminin sebatı olmaz. Küçük bir mukavemetle karşılaşsa hemen firar eder, kaçar. Sonrası ise malumdur!..
Çürük elma için ne istersin
Bir zimmi, Sultan İkinci Murad Hana der ki:
- Bir maruzatım var Padişahım, müsaade buyurun anlatayım?
- Elbette, söyle nedir maruzatın?
- Askerleriniz benim bahçemden dün elma yediler ve parasını ödemediler!
- Bu dediğin nasıl olabilir? Bir yanlışlık olmalı!
- Yanlışlık yok Padişahım.
Sultan Murad Han derhal araştırılmasını emreder. Az zaman sonra üç askeri huzura getirirler. Sultan onlara olayı anlatır ve sorar:
- Bu zimminin söyledikleri doğru mudur?
Askerlerden biri der ki:
- Doğrudur Sultanım, ben yaptım!
- Peki ama nasıl? Kul hakkını düşünmedin mi hiç?
- Padişahım, benim yediğim elma yerdeydi ve çürüktü. Çürük bir elmanın para edeceğini düşünemedim; nitekim bu iki arkadaşım da oradaydı, onlar ağaçtan elma kopardılar ve parasını da bahçeye attılar.
Padişah, zimmiye sorar:
- Askerlerimin söyledikleri doğru mudur?
- Evet, o ikisinin kopardığı elmaların bedelini aldım.
- Peki, öyleyse istediğin nedir?
- Diğer askerinizin yerden aldığı elmanın bedelini de isterim.
- Peki, o çürük elma için ne istersin?
- Bir kese altın isterim, yoksa hakkımı helal etmem.
- Bir çürük elma bir kese altın eder mi hiç? Bu açıkça haksızlık.
- O zaman hakkımı helal etmem.
- Peki al bir kese altın!
Zimminin gözleri dolar, kendisine uzatılan keseyi eliyle iter ve kelime-i şehadet getirir. Sonra der ki:
- Efendim, maksadım altın falan değildi, Müslüman olmadan önce son defa adaletinizi tecrübe etmek istemiştim, beni affedin ve aranıza alın!
Kaleyi teslim etmek için vezir yapılmadım
Mısır ve Filistin’i kolaylıkla zapteden Napolyon, Akka Kalesi’nin de bir-iki gün içinde düşeceğini hayal etmiş ve Cezzar Ahmed Paşa’ya şu mektubu yazmıştı: “İşte kalenin duvarları önüne geldim. Bir ihtiyarın geri kalmış birkaç günlük ömrünü almak bana bir şey kazandırmaz. Seninle savaşmak istemiyorum. Benimle dost ol ve kaleyi teslim et!”
Cezzar Ahmed Paşa’nın bu mektuba verdiği cevap şudur:
“Allah’a hamd olsun gücümüz yetiyor, elimiz silah tutuyor. Geri kalmış birkaç günlük ömrümüzü de cenklerde geçiririz!”
Ünlü Fransız generali, Paşa’nın bu cevabını okuyunca etrafındakilere der ki:
“Anlaşıldı, bu ihtiyar bizim birkaç günümüzü heba edecek ama merak etmeyin, iki gün sonra şehrin ortasındayız.”
Napolyon’un Akka muhasarası tam 64 gün devam eder. Her gün biraz daha artan baskı hiçbir netice vermez, Fransızların her hücumu püskürtülür ve ağır kayıplar verdirilir. Yenilmez unvanı taşıyan Napolyon, kaledekilerin akıllara durgunluk veren kahramanlığı karşısında şaşırıp kalmıştır. Yüksek rütbeli bir subayını kaleye gönderir ve direnmenin netice vermeyeceğini, şehir teslim edilirse Paşa’nın ordusu ve ağırlıklarıyla beraber istediği yere gitmesine -güya- müsaade edeceğini bildirir. Ama Cezzar Ahmed Paşa’dan aldığı cevap şudur:
“Devlet bizi bu kaleyi teslim etmek için vezir yapmadı. Ben Cezzar Ahmed Paşa, şehidlik mertebesine ulaşmadan bir karış toprak vermem!..”
Paşanın bu cevabı Napolyon’u çileden çıkarır. Yaptığı yeni planlarla topçular gece gündüz Akka kalesini dövdü. Ne var ki açılan gediklerden şehre girebilenler Osmanlı süngüsü ile yok edilirler.
Bu müthiş hezimetle “Kader beni bir ihtiyarın oyuncağı yaptı” diye avaz avaz haykıran yenilmez unvanlı Napolyon, ordusunun yarısını kaybeder ve nihayet 21 Mayıs’ta çekilmeye karar verir ve ağırlıklarını kumlara gömüp, Kahire’ye geri döner. Orada da işleri umduğu gibi gitmeyen Napolyon 25 Temmuz 1799’da iki gemiyle gizlice Mısır’dan kaçarken, ordusunu Mısır’da bırakmış bir başkomutan olarak hayatının en büyük dersini Osmanlı’dan almıştır.
Tarih, Napolyon’un şu sözünü kaydeder:
“Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirecektim!”
Korkusuz cengaver Yahya Ağa...
Budin Paşasının yüzü aydınlandı. Yahya Ağa demek ki ölmemişti. Paşa derin bir nefes aldı. Sevinmişti... Ama Yahya Ağa onu bu vakitte niçin görmek istiyordu?
- Hayrola evlat, hoş geldin. Lakin ne var?
- Paşa Baba! Estonibelgrad baskına uğrayacak. Düşman bu iş için 90 bin kişilik bir ordu hazırladı. Sen ne yapacağını iyi bilirsin. Destur verirsen, komşu kalenin ahvalini öğrenmek için gitmek istiyorum.
- Üzülme... Oraya seni göndereceğim.
İşte, Yahya Ağanın 2000 akıncı ile Estonibelgrad’a gidişi böyle olmuştu. Bu imdat kuvveti, korkunç tipi içinde gizli kapıdan kaleye girmişlerdi. Ama ne yazık ki, ne gelen bu imdat kuvveti, ne de gösterilen müthiş kahramanlık, durumu düzeltemedi. Düşmanın bu kaleyi kış ortasında kuşatmasının sebebi vardı. Buradaki müdafiler, sularını ve yiyeceklerini dışardan almak zorundaydılar. Asıl Osmanlı ordusu her zamanki gibi güneye, kışlağa çekilmişti. Kışı ise pek amansızdı.
Düşman, kuşatmadan sonra daha ziyade hareketsiz beklemeye başlamıştı. Kalede sadece 4000 serhadli vardı. Ama, Osmanlılardan hücumla kale almanın nelere mal olacağını iyi bilen düşman, sabırla beklemeyi tercih ediyordu. Osmanlılar eninde sonunda aç ve susuz kalacaklardı. Gerçekten de öyle oldu. Serhadliler, bir çıkış yaptılarsa da, üstün başarılarına rağmen azar azar eriyeceklerini anladılar.
Kale kumandanı, “Baharda burasını nasıl olsa tekrar zaptederiz” diye düşünerek, “vire” işini tatbike koymaya başladı. Paşanın teklifine düşman tarafı da pek memnun oldu.
Düşman kumandanı Osmanlı elçisine sordu:
-Vire için şartlarınız nedir?
- Vire şartları bellidir. Silahlarımızla çıkıp gideceğiz. Yalnız bir husus var! Kaledeki akıncılardan biri yedi arkadaşı ile beraber Vire’yi kabul etmiyor. Bizler çıkıp gidince onlar kalede kalıp sizinle cenk edecekler.
Düşman kumandanının ağzı bir karış açık kalmıştı. Önce ne diyeceğini bilemedi. Kekeledi:
- Seksen bin kişiye karşı sekiz kişi mi? Şey... Eh... Öyle olsun... Olsun...
Etrafındakiler de bu işe pek şaşmışlarsa da fazla önem vermediler, ciddiye bile almadılar.
Estonibelgrad “vire” ile teslim edilmişti. Ancak Yahya Ağa ve yedi korkusuz cengaver, cenk ederek şehid olmak arzusuyla kalede kaldılar. Kahramanlar, sabah namazından sonra kaleden çıkan akıncıların, iyice uzaklaşıp uzak ufukta kaybolmalarını beklemişlerdi. Zira cenk hemen başlarsa, onların dayanamayıp geri dönmelerinden ve düşmana saldırıp sonuna kadar dövüşerek boş yere yok olmalarından korkuyorlardı...
Kül rengi semada belirsiz hissedilen güneş azıcık yükseldiği sırada kale kapısı açıldı. Sekiz korkusuz Osmanlı göründü. O zamana kadar hâlâ inanamayan düşman askerleri şaşkın şaşkın bakakaldılar. Seksen bin askere karşı sekiz kişi.
- Yok canım... Olamaz böyle şey... Belki de teslim olmak için geliyorlar.
Osmanlılar, efsanevi ejderhalar gibi heybetle yaklaştılar ve “Bismillah” diyerek ansızın yaylarına el attılar. Kahredici bir ok yağmuru ile düşman safları birbirine karıştı. Osmanlılar, adeta talim yapar gibi gözle zor takip edilen bir hızla ok çekiyor, fırlatıyorlardı. Düşman askeri, Osmanlıların mesafesine ok düşüremiyorlardı. Yanaşmak isteseler de vurulup düşüyorlardı. Sonunda oklar bitti. Bu sefer palalarına sarılıp, kuzuyu gören kurtlar misali, “Ya Allah!” diyerek düşmana daldılar.
Seksen bin kişilik ordu, ancak onlarla burun buruna geldiği zaman şaşkınlıktan kurtulabildi. Şimdi Osmanlı serdengeçtilerinin karşısında, toz duman içinde kümeler meydana geliyor, ama bu kümeler, birkaç saniye içinde infilak edercesine dağılıyor ve orta yerden “Allah” sedasıyla bir bahadırın önce palası, sonra kendisinin yükseldiği görülüyordu.
Alman tarihçilerinin kaydettiğine göre, Yahya Ağa, 160 kişiyi yere sermişti. Okların verdiği telefat bilinmiyor. Osmanlılara sokulamayan düşman, sonunda mızraklarını fırlatmaya başlamıştı. Her yanı kan içinde, bir kolu kopmuş olarak fırtına gibi esen Yahya Ağa’nın vücuduna bir anda 9 mızrak birden saplandı. O anda Koca Osmanlı akıncısının dudakları Kelime-i şehadeti söylüyordu.
Diğer akıncılar da birer birer şehid düştüler. Fakat 8 kişi, düşman askerinden en az 8 bin kişiyi haklamışlardı. Alman tarihçilerinin kaydettiklerine göre Avusturya ordusunun kumandanı, benzeri görülmedik bir cesaretle mücadele eden bu kahramanlara büyük bir cenaze merasimi tertip etti ve bütün düşman askerleri, uzun taburlar ve alaylar halinde bu şehidlerin karşısında şapka ve miğferlerini çıkararak sancakları ile saygı duruşunda bulunuyorlardı...
Padişahın işi ne
Sultan Murat Han o gün bir hoştur. Telaşlı görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Vezir-i a’zam Siyavuş paşa sorar:
- Hayrola sultanım canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah.
- Hayır mı şer mi öğreneceğiz. Hazırlan dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Hızlı ve kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrekten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Ahali ile aralarında şöyle konuşma geçer:
- Kimdir bu?
- Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın biri işte!
- Nereden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.
Bir başkası tafsilata girer. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine hem de nerede namlı, mimli kadın varsa takar peşine.
Hele yaşlının biri çok öfkelidir; isterseniz komşulara sorun, der, sorun bakalım onu cemaatte bir gören olmuş mu?
Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar ortada. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah sorar:
- Nereye?
- Bilmem bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebaamızdır. Defini tamamlasak gerek.
- İyi ya, saraydan bir kaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.
- Olmaz rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam. Naşı kaldırmalıyız en azından.
- Yapmayın sultanım, bunun yıkanması var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya‘dan Süleymaniye’den, en azından Fatih camiinden.
- Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camiini iyi dedin. Hadi yüklenelim.
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez.
Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar musalla taşına koyarlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım der, yanlış yapıyoruz galiba! Heyecana kapıldık sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı, yetimleri vardır.
- Doğru öyle ya, neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Sorar soruşturur, nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın aralar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir. Hakkını helal et evladım der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöküp ellerini şakaklarına dayar. Biliyor musun oğlum diye dertli dertli söylenir! Bizim efendi bir âlemdi vesselam. Akşamlara kadar nalın yapar. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya.
Sonra malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı diye sorar, onlar da aldın derlerdi. Öyleyse şimdi dinleseniz gerek deyip çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı ilmihal, Huccetül İslam okurdum...
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.
- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki derdi, tekbir alırken Kâbe’yi görmeli.
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya. Hatta bir gün, bak efendi dedim, sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada.
- Doğru öyle ya!
- Kimseye zahmetim olmasın, deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim iş mezarla bitiyor mu dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra Allah büyüktür hatun dedi. Hem padişahın işi ne?
Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalb ile boyun büker ümmet-i Muhammede, halifeyi müslimine dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar sultana. Bir seher vakti göz yaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar.
İşte nalıncı baba o adsız şânsız Allah dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Mimi Efendidir. Bergamalıdır. 1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Ve mübareği evinin bahçesine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, içine bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanında, Cibali tütün fabrikasının arkasında, Harabzade Camii karşısındadır.