Osmanlının asırlarca huzur içinde idare ettiği ve her çeşit milletin, dinin bulunduğu ülkeler, Osmanlının çekilmesiyle bir anda huzursuzluk kaynağı ülkeler hâline geldi. Bilhassa Balkanlar ve Ortadoğu’da kan ve gözyaşı hiç eksik olmadı. Bugün, insan haklarını, özgürlükleri dillerinden hiç düşürmeyen Batı’nın gözü önünde Filistin’de soykırım uygulanıyor; ancak kendilerinin duyabileceği kadar bir sesle “Yapmayın” “Etmeyin”den öteye yaptıkları ciddi bir şey yok.
Bugün, Osmanlı, yüzyıllarca bu ülkeleri huzur içinde nasıl idare etti, bunun üzerinde durmak istiyorum. Bir anekdot ile konuya gireyim. Belçika Başbakanı, Sayın Demirel’e soruyor: “Osmanlı Balkanları 500 yıl savaşsız nasıl yönetti?”
Demirel cevap veriyor: “Herhalde Osmanlıyı geri istemiyorsunuz. Çünkü Osmanlıyı devirmek için her şeyi yaptınız. Osmanlıda, toprak, ticaret, menfaat kavgası yok, güvenlik ve adalet var. İşte savaşsız yönetmenin sırrı burada!”
İsrail Başbakanı da aynı sıkıntıdan dertli olduğu için soruyor: “Biz bu toprakları idare edemiyoruz, ne yapsak kavga çıkıyor. Osmanlı, tek şeritli jandarma onbaşısı ile buraları idare etmiş, bunun sırrı nedir?”
Sayın Demirel buna da şöyle cevap veriyor: “Bunun sırrı, onbaşının kolundaki şerittir, zira imparatorluğun simgesidir. Senin sandığın gibi sıradan bir rütbe işareti değildir. Arkasında imparatorluk ve padişah, onun arkasında hak, hukuk ve adalet var. Düzeni bozanı anasından doğduğuna pişman eden kudret, devlet ve otorite var!”
Evet, Osmanlıda öyle bir otorite var ki, her zaman mazlumun yanında, zalimin karşısında. Böyle bir idareye kim boyun eğmez? Bunun için de tarihe kendini altın harflerle yazdırmış Osmanlı. Fransız tarihçisi Grengur, “Osmanlı imparatorluğu, beşer tarihinin en büyük ve hayrete değer vakalarından biridir” demektedir.
Peki Osmanlının bu herkesi memnun eden özellikleri, prensipleri nelerdi? Osman Gazi’nin 4800 kilometrekarelik küçük bir beyliği üç kıtaya nasıl yayıldı? Bunun sırrını tarihçiler ana hatları ile şöyle sıralıyorlar:
Osmanlıda fetihler yalnız kılıçla değil, daha çok uzlaştırıcı ve sevdirici bir politika neticesinde gerçekleşmekteydi. Osmanlı idaresinin, gayrimüslimlere can ve mal güvenliğiyle dinlerinde serbestlik tanıması, onların zamanla İslam’ı kabul etmelerine yol açıyordu. Yine bu durumun sonucu olarak çok defa, geniş bölgeler, şehir ve kasabalar kendiliğinden Osmanlı hakimiyetini tanımakta idiler.
Osmanlılar fethettikleri ülkenin halkının yaşayışına müdahale etmediler, onları sadece kendi nüfuzları altına aldılar. Bu müsamahayı, Rumeli’de daha geniş surette ve onların eski varlıklarını korumak üzere uyguladılar. Bunu gören ve baştan başa Hıristiyan olan Balkan Yarımadası halkı, kısa zaman içinde bu tarzdaki adilane hareket ve idari siyasetteki incelik sayesinde İslamiyet’i seçti.
Fethedilen bölgelere, İslam’ın güzel ahlakı ile bezenmiş aileleri, alperenleri, dervişleri, ahileri yerleştirdiler. Yerli halk bunların yaşayışını bizzat görerek İslamiyet’i tanıdılar. Kendi yaşayışları ile Müslümanların yaşayışları arasındaki farkı görerek seve seve Müslüman oldular. Devletin gönüllü savunucuları hâline geldiler.
Osmanlı Devleti ve sultanlarının davaları da, kendi tabirleri ile “nizâm-ı âlem” (dünya barışı) üzerinde toplanıyor, koca devletin varlık sebebi ve savaşları da, insani esaslara bağlı bulunan bir cihan hakimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Sistem, insanları sömürmek, varını yoğunu almak üzere değil, vermek üzerine, onları huzurlu hâle getirmek üzerine kurulmuştu.
Osmanlıdan sonra böyle bir devlet çıkmadı. Çıkması da mümkün değil. Osmanlı gibi, adaleti, huzuru gaye edinen bir devlet olsaydı, Filistin’de Balkanlar’da ve diğer ülkelerde bu zulümler ve bu canilikler yapılamazdı! Yanlış yapan başına gelecekleri bilirdi. (Mehmet Oruç, Türkiye, 27.4.2002)
Adalet ve uzun ömür Devletler de, canlılar gibi doğar, büyür ve ölür. Bazısının ömrü kısa, bazısının uzun olur. Büyük bilgin İbn-i Haldun, devletlerin ömürlerinin kısa veya uzun olmasının, halkının manevi değerlere verdiği önemle, adaletli bir şekilde, insani ihtiyaçlarını karşılamakla doğru orantılı olduğunu söyler.
Gerçekten de, tarafsız bir şekilde değerlendirildiğinde, devletlerin hayat ve ölümünde, bu şartların ne derecede önemli bir rol oynadığını görmek, pek de zor değildir.
Bunun en güzel örneğini Osmanlıda görmekteyiz. Ecdadımız, adaletli bir şekilde, idaresi altında bulundurduğu insanlar için ırk ve mezhep farkına bakmadan, Yaradan’ın kulu olarak Müslim veya gayri müslim herkesin istifade edebileceği, insani ihtiyaçlarını görebileceği hayrat ve hasenat müesseseleri tesis etmiştir. Bunun için de ömrü uzun olmuştur.
Osmanlılar, camiler, medreseler, hastaneler, tımarhaneler, hanlar, kervansaraylar, bentler, çeşmeler, sebiller, sarnıçlar, kuyular, köprüler, yollar, kaldırımlar, imarethaneler vs. hizmetler, Allah rızası için pek mükemmel ve çaplı bir şekilde yürütülmüştür.
Vakıflar vasıtasıyla yaptığı hizmetlere bakacak olursak, Osmanlının sosyal hayata ne kadar önem verdiği anlaşılır. Bu hizmetlerden bazıları şunlardır: Yaz sıcaklarında çeşme ve sebillerde karla soğutulmuş su vermek, hanlar ve kervansaraylarda yolcuları üç gün parasız misafir etmek, imarethanelerde muhtaçlara her öğün yemek ikramı yapmak, borç yüzünden hapsedilmiş olanların borçlarını ödeyerek onları mahkumiyetten kurtarmak, ölen fakir kimselerin borçlarını ödemek, ihtiyaçlarını söylemekten utanan muhtaçlara, itibarlarını zedelemeden gizlice yardım etmek, köle ve cariye azat etmek, yangınlarda evi yananlardan fakir kimselerin evlerini bedelsiz inşa ettirmek gibi insanların rahat ve huzuru için yapılan faaliyetler...
Osmanlıda hayrat ve hasenat, yalnız insanları değil, hayvanlar ve nebatları dahi içine alır. Nitekim hayvanları korumak, beslemek için de vakıflar kurulmuştur. Bu vakıflar, sokak köpek ve kedileri, beldenin belli semtlerine et ve ciğer dağıtılarak beslenmiştir.
Diğer taraftan toplumun akciğerleri olan ağaçların, hatta meyvesiz ve az yapraklı olanlarına varıncaya kadar sulanması için vakıflar tesis olunduğu da bir gerçektir.
Bu yüksek ahlaki değerler, bütün dünyanın gözlerini kamaştırmış, muhtelif sebeplerle bizleri sevmeyen ve hatta can düşmanımız olan batılı seyyah ve araştırmacıları dahi asırlar boyunca hayretler içinde bırakmıştır. Bunlardan biri olan Villiamont’un kervansaraylardan bahsettiği eserindeki şu kayıt, bu gerçeğin bir ifadesidir:
“Ziyaret ettiğim hana tıpkı Müslümanlar gibi Hıristiyanlar da kabul edilip üç gün müddetle iaşeleri temin edilmektedir. Çünkü Osmanlıdaki bu hayrat, din farkına bakılmaksızın bütün insanlara şamildir...
Hayretle müşahede ettim ki, Osmanlıların bazıları, hayrat olarak yol boylarına susuz yolcular için çeşmeler, bazıları da şehirlerde sokaklardan gelip geçenler için sebiller yaptırıyor. Bunların içine de devlet dairelerinde olduğu gibi aylıklı memurlar konuluyor ki, vazifeleri, isteyenlere su vermektir.
Yine bu hayrat ve hasenat ruhu, kiminin nehirler üzerine köprüler yaptırmasına, kiminin de yolları tesviye, temizletme ve kaldırım döşetme hizmetlerini kendiliğinden ve severek ifasına vesile oluyor. Bütün bunlardan daha fevkalade ve şayan-ı takdir olanı da, yapılan bu binalarda yaptıranlara ait hiçbir emarenin görülmemesidir....”
İşte Osmanlıyı Osmanlı yapan değerler... Hem de bir gayrimüslimin ağzından. Ne zaman ki, Osmanlıda bu hizmetler aksamaya başladı, fitne sokularak ırkçılık, adaletsizlik, ayırımcılık öne çıkarıldı; çöküş de bunun arkasından geldi. (Mehmet Oruç, Türkiye, 23.11.2001)
İnsani değerler zirvede Bugün de çoğunu yitirdiğimiz, ecdadımız Osmanlının insani değerlere verdikleri önemden, kibarlıklarından bahsetmek istiyorum. Kibarlıkta ve nezakette üzerine yoktu ecdadımızın. Terbiyenin merkezi, kaynağı da Osmanlı sarayı idi. Dünyanın hiçbir yerinde bu derece nezaket ve kibarlık yoktu. Buradan da, saraylara yakın olan Beşiktaş halkına yayıldı. Beşiktaş’tan sonra İstanbul halkına, İstanbul’dan da bütün Anadolu’ya yayıldı nezaket ve kibarlık...
Eskiden kibarlık yarışı yapılırdı, şimdi ise kabalık yarışı... Bu değerlerimizi hep Batı’ya açılmakla kaybettik. Biz Batı’nın ne kadar kötülükleri, pislikleri varsa, onları aldık. Onlar ise bizim güzelliklerimizi sahiplendiler.
Osmanlıların edep, nezaket ve terbiye hususunda ulaştıkları seviyeyi, hiçbir milletin seviyesiyle mukayese etmek mümkün değildir. Bu, misli görülmemiş bir mükemmellik ve incelik arz ediyordu. Bunlar, ırk, din ayrımı yapılmaksızın bütün insanlara karşı aynen uygulanan değerlerdi. Dolayısıyla Osmanlı insanı demek, imrenilecek edep ve nezaket timsali kimse demektir.
Osmanlılar, gönülden bağlı bulundukları İslamiyet’in kin ve garazı yasaklaması sebebiyle her Cuma ve Bayram günlerini, birtakım küskünlük ve kırgınlıkları kaldırmaya ve aralarındaki kusurları af edip barışmaya vesile etmişlerdi.
Osmanlıdaki edep, nezaket ve terbiye kuralları sayılamayacak kadar çoktur. Bazılarını zikredecek olursak; Avrupa halklarında mevcut olan küstahlık, taşkınlık ve sokak kavgaları yoktu. Sokaklar, gayet sakin ve emniyet içindeydi. Hiç kimse yerlere tükürmezdi. Konuşanın sözü kesilmezdi. Konuşan da, son derece vakar ve sükunet içinde olurdu. İfadeleri gayet zarif ve düzgündü. Oturuş, kalkış ve yürüyüş, hep müstesna bir nezaket ve vakar arz ederdi. Yaşlılara hürmet, kusursuz ve pek yüksekti. Hanımlara karşı hürmet ise, umumi bir ananeydi. Anne, teyze, hala ve bacı olarak telakki edilirlerdi.
Bu ve benzeri hususlarla alakalı araştırma yapan Avrupalı yazarın birçok sayısız tespit ve itirafları olmuştur.
A. Brayer şöyle der:
“Halkın üstleri başları ne kadar temizdir. Hâl ve tavırlarında ne büyük bir asalet ve yüzlerinin çizgilerinde ne tatlı bir sükunet ve nezaket vardır! Konuştukları dil de, ne tatlı ve ne kadar ahenklidir!”
Viguier de şöyle der:
“Sohbet edenlerin ifadeleri veciz ve telaffuzları da pek temizdir! Tebessümlerinde incelik ve el hareketlerinde ayrı bir zarafet ve sadelik vardır. Ecnebileri en çok hayrette bırakan cihet, birkaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftira gibi kötülükler ve edebe mugayir laubali sözler yoktur. Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riayet, hayal edilemeyecek bir nezaket içindedir. Diyebilirim ki Osmanlıların ahlaki hususiyetleri, insanı adeta büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selamlığa girip çıkarken riayet ettikleri teşrifatın zarafeti karşısında hayran olmamak elde değildir.”
Edmondo de Amicis de şöyle der:
“Tetkik ve tespitlerime göre İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nazik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahi bir yabancı için hiçbir hakaret ve zarara uğrama tehlikesi yoktur. Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla kötü bir nazara bile hiçbir zaman tesadüf edilmez. Kahkaha sesleri gayet nadirdir. Kapı, pencere ve dükkanlardan hiçbir kadın sesi aksetmez.”
İşte Osmanlı buydu. Altı asırlık dünyaya huzur veren medeniyetin kaynağı bu değerlerdi.
(Mehmet Oruç, Türkiye, 24.11.2001)
Merhamet bütün canlılara
Osmanlının dünyada başka bir yerde görülmeyen merhameti sadece insanlarla sınırlı değildi. Osmanlıda şefkat ve merhamet bütün hayvanlara hatta bitkilere kadar uzanmıştır. Hayvanları ve bitkileri himayede bütün Osmanlılar, adeta bu hususta kurulmuş müesseselerin gönüllü üyesi gibidirler.
Hayvanlara olan merhametlerine dair birkaç örnek verecek olursak: Hayvanlara haddinden fazla yük taşıtmak kanunen yasaklanmıştır. Zabıta kuvvetleri, bu yasağı ihlâl edenleri takip edip, hayvanı dinlendirmek ve sahibine de ceza olarak aynı yükü taşıtmakla mükelleftir. Kanuni Sultan Süleyman Han’ın “Süleymaniye Camii” yapılırken yük taşıttırılan hayvanlar hakkındaki bir dizi fermanı da, bu hassasiyetin bir nişanesidir.
Mezbahalarda kurban edilecek hayvanların hissiyatına dahi dikkat edilmiş, kesimle alakalı bir şey görmemesi için gözleri bağlanmıştır. Ayrıca fazla ızdırap verilmemesi için de bıçakların son derece keskin olmasına dikkat edilmiştir.
Pazarlardan canlı kuşları kafesleriyle satın alıp azat etmek, merhamet tezahürü bir anane hâline gelmiştir. Büyük binalar inşa edilirken kuşlar için de süslü yuvalar yapılmıştır. Üsküdar’daki Yeni Cami’nin duvarlarında bulunan zarif ve sanat harikası kuş yuvaları, hayrat sahiplerinin bu husustaki hissiyat ve inceliğini pek bâriz bir şekilde aksettirir.
Bunlara ilaveten Osmanlılarda, avcılık, caiz olduğu halde, ihtiyaç hâlinin dışında tavsiye edilmemiştir.
Türk düşmanlığıyla bilinen Avukat Guer şöyle der:
“... Müslüman Türk’ün şefkati hayvanlara bile şâmildir. Bu hususta vakıflar ve ücretli şahıslar vardır. Bu şahıslar, sokaklardaki köpek ve kedilere ciğer dağıtırlar. Verilenlere alışmış olan hayvanlar da, besicilerin şefkatli seslerini o kadar iyi tanırlar ki, işitir işitmez hemen yanına koşmakta hiçbir kusur etmezler. Kasapların da her gün muayyen miktar kedi ve köpek beslemeleri, itiyat hâlindedir. Ayrıca Şam’da, hastalanan kedi ve köpeklerin tedavisine mahsus bir hastane vardır.”
Du Loir:
“Osmanlının bazı şehirlerinde kediler için yapılmış mekanları, gıdaları için tesis edilmiş vakıfları görünce hayret etmeyecek insan var mıdır?.. Yavruları olan köpeklerin barındırılması için sokaklarda kulübelerin yapılması ve gıdaların teminine bilhassa itina edilmesi de, hayret vericidir. Bunları yapanlar, kendilerine Cennet kapılarını açacak birçok sevaplar kazandıkları itikadındadırlar” der.
Comte de Bonneva’nın kitabında da şu ifadeler vardır:
“Türkler, kedi, köpek vesaire gibi başıboş hayvanlar için de vakıflar tesis ederler. Kasaplar da, her gün bu gibi hayvanların bir miktarını vicdanen beslemekle mükelleftirler.”
Osmanlı ülkesi, bünyesini bir muhabbet ve şefkat ağı gibi ören, vakıf ve benzeri hizmetler sayesinde adeta dilencisiz bir ülke hâline gelmiştir. Öyle zamanlar olmuştur ki, Müslüman zenginler zekatlarını verecek fakir bulmakta güçlük çekmişlerdir.
Hayvanlara bile bu kadar merhametli olan bir milletin insanlara olan merhametini siz düşünün. Bu sebeple o dönemlerde dilenciliğin ne olduğu adeta meçhuldür. Hatta nüfusu iki milyona kadar çıkmış olan İstanbul’da Türk dilenciye rastlanılmadığı bilinen bir gerçektir. Osmanlıların, öldükten sonra bile kimseye yük olmamak için, kefen paralarını dahi, henüz hayatlarındayken ayırıp, daima üzerlerinde taşımaları, malum ve maruf bir âdet hâlindedir.
Corneille Le Bruyn’in seyahatnamesinden:
“...Türklerin hayrat ve hasenata çok düşkün olduklarını ve hatta Hıristiyanlardan çok daha fazla hayrat vücuda getirdiklerini inkâra imkan yoktur. Osmanlı mülkünde yok denecek kadar az dilenciye tesadüf edilmesinin başlıca sebeplerinden biri de hayır ve hasenat vakıflarıdır.” (Mehmet Oruç, Türkiye, 01.12.2001)
Huzursuzluğun sebebi Bugün savaşların, terör hareketlerinin esas sebebi, güçlünün güçsüzü ezme, kendine kul köle yapma; onu sömürme isteğidir. Eğer güçlüler, güçsüzlere merhametle, adaletle muamele etseler, dünya huzur bulur; ne savaş kalır ne terör.
Tarihte az da olsa böyle huzurlu dönemler olmuştur. Örneğin Osmanlılar zamanında, Osmanlı hakimiyetindeki bütün bölgelerde, Müslim gayri Müslim herkes huzur içindeydi. Halkın malından, canından bir endişesi yoktu.
İşte, Osmanlının küçük bir beylik iken dört kıtaya hükmeden bir imparatorluk haline gelmesinin sebebi de buydu. Osmanlılar, yerli halka, biz güçlüyüz, istediğimizi yaparız gibi tahakkümde bulunmadılar. Çoğu zaman, o milletten aldıkları vergilerden daha fazlasını onlara geri verdiler. Osmanlıları hedeflerine ulaştıran yöntemlerden birisi de, zaten budur.
Bu yöntem, onların gönüllerinin İslam’a ve dolayısıyla Osmanlılara ısınmasına sebep oluyordu. Bunu yabancılar bile dile getirmektedir. Mesela, meşhur tarihçi Gibbons bu hususta şunları yazmaktadır:
“Osman Gazi, dininde o kadar saf ve temiz idi ki, sanki, büyük adaşı halife Osman’ın ve daha evvelki halifelerin ikinci nüshası idi. Hoşgörülüydü, fakat dininden taviz vermezdi. Ne kendisinin ve ne de doğrudan doğruya kendisinden sonra gelenlerin müsamahakârlığına kimse bir şey diyemez.
Eğer bunlar, Hıristiyanlara eza etmeye, sıkıntı vermeye, Rum ve Ermeni kiliselerini yıktırmaya kalkmış olsaydı, Osmanoğullarının bu kadar gelişmesi, yerli halkın Müslüman olması mümkün olmazdı.
Atilla ve Cengiz Han, aynı ırktan olmalarına ve göz kamaştırıcı muzafferiyetlerine rağmen, akıncı olarak kalmışlardır. Başarıları devamlı olmamıştır. Kalıcı bir imparatorluk kuramamışlardır. Kendi milliyetlerini bile muhafaza edememişlerdir. Karadeniz’in güneyinden Avrupa’ya geçen Türkler Müslüman olup, dinleri için mücadele etmediklerinden eriyip yok olmuşlardır.
Osman Gazi’nin eseri, onlarınkinden daha devamlı ve neticeleri itibariyle tesiri çok daha geniş ve şumüllü idi. Çünkü O, sükunet içerisinde iş görüyor, evvelkileri ise boru ve trampet sesleri arasında yakıp-yıkıyorlardı. Şu halde Ona bunların üstünde bir mevki vermemiz icap eder. Filhakika bunlardan acaba hangisi bir millete adını verebilmiştir?!. 600 küsur sene hüküm sürebilmiştir!”
Gerçekte Osmanlılar, devlet eliyle ve gönüllü tasavvuf ehli dervişler vasıtasıyla İslam’ı tanıtmaya çalışırken, muhataplarına son derecede müsamahakârâne davranmışlardır, zorlamalara iltifat etmemişlerdir.
Hıristiyan halk, kendi dinleri ve din adamları ile bu yeni din ve dinin temsilcilerini karşılaştırdıkları zaman, aradaki farkı ve üstünlüğü açık bir şekilde görmüşler ve kendiliklerinden İslam’ı benimsemişler ve Türk-İslam kültür dairesi içerisine girmişlerdir. Mesela şu olay bu konuda bize gerekli fikri vermeye kâfidir sanırız:
Bursa uzun zaman kuşatmadan sonra, “Kimsenin canına dokunulmayacağına” dair antlaşma yapılarak teslim alındıktan sonra, şehri terk etmeyerek orada gönüllü olarak kalan Tekfur’un vezirine, Rumların şehri teslim sebepleri sorulduğu zaman Orhan Gazi’ye verdiği cevap ilginçtir:
“Sizin devletiniz günden güne büyüdü, bizim devletimiz küçüldü. Babanızın idaresine geçen köylülerimiz memnun kalıp, size itaat ettiler. Bir daha bizi anmadılar. Rahat oldular ve biz de bu rahatlığa heves ettik.”
İnsanoğlu huzur ister; hangi dinden, hangi milletten olursa olsun bunu sağlayana minnettar kalır; doğrudan veya dolaylı olarak onun himayesinde olmak ister. (Mehmet Oruç, Türkiye, 18.01.2002)