Sultan Mahmud-u Gaznevi hazretleri bir savaş sonunda çok kıymetli bir elmas yakut taşı ganimet olarak ele geçirir. Sonra taşı eline alarak baş vezirine, (Al bu taşı kır, paramparça et) der.
Baş vezir der ki:
- Aman efendim bu çok kıymetli ben bunu kıramam.
Sonra yanındaki diğer vezire aynı şeyi söyler. O da der ki:
- Bu çok kıymetlidir, kırılmaz bu.
Diğerlerinin hepsi aynı şeyi söylerler.
Sultan, özel hizmetçisi Ayaz’ı çağırıp, (Al bu taşı kır) der. Daha demeye kalmadan Ayaz taşı yere vurup kırar, paramparça eder.
Padişah hiddetli bir şekilde der ki:
- Bre Ayaz sen ne yaptın, vezirler bunun çok kıymetli olduğunu söylediler. Nasıl kırarsın bunu?
Ayaz der ki:
- Efendim, ben taştan ne anlarım, benim için kıymetli olan sizin emrinizdir, sizin kalbinizdir, kalbiniz kırılacağına varsın taş kırılsın.
Sultan vezirlerine dönüp der ki:
- Ayaz’ı niçin sevdiğimi anladınız değil mi? Sizin gibi beni bir taşa değişmedi.
Fidanlar şimdiden meyve verdi Bir hükümdar maiyetiyle birlikte gezintiye çıkmıştı. Yolu üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu gördü, gayreti hoşuna gitti, yanına gelip latife yapmak istedi:
- Baba, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun? Maşallah yaşını yaşamışsın, bu diktiğin fidanların meyvesinden belki de yiyemezsin.
İhtiyar cevap verdi:
- Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil evlat. Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yiyorsak, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yer.
Bu cevap hükümdarın hoşuna gitti ve mükafat olarak ihtiyara bir kese altın verilmesini emretti.
İhtiyar bu ihsanı tebessümle karşıladı:
- Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz fidanlar şimdiden meyve verdi.
Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti, bir kese daha altın verilmesini emretti.
Yaşlı köylü güldü:
- Evlat herkesin diktiği fidan yılda bir defa meyve verir, bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyve verdi.
Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti ve bir kese daha altın verilmesini emretti. Ama bu defa vezir araya girdi ve hükümdarı uyardı:
- Aman sultanım bir an önce buradan uzaklaşalım. Bu ihtiyar bu gidişle hazineye de darı ektirecek.
Rüyadaki padişahlığın ne kıymeti var? Padişahın biri üç beş yardımcısıyla kırlara gezmeye çıkar. Ağacın altında uyuyan birisini görünce, yanındakilere, (Şu garibi uyandırın, yılan falan zarar verebilir) der. Adam uyandırılınca, bakar ki karşısında padişah, başlar söylenmeye, (Niye beni uyandırdınız, rüyada ne güzel padişahtım, saraylarım, ordularım vardı, şöyle emrediyordum, şunları yapıyordum...)
Bunun üzerine padişah gülerek, (İyi ama bak kendin söylüyorsun, rüyada diyorsun, rüyadaki padişahlığın ne kıymeti var, bak gözünü açınca, bitti) der. Adam cevap verir: (Benim padişahlığım gözümü açınca bitiyor, senin ki gözünü kapatınca bitecek, ne farkı var?)
Hakiki âlimlerin hâli Sultan Ahmed Han, bir gün kendine uygun gördüğü bir hediyeyi şeyhi Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerine gönderdi. Ama Şeyh hazretleri kabul etmedi. Elbette bu kabul etmeyiş, sultana karşı bir tavır anlamına gelmiyordu. Büyüklerden çoğu prensip olarak hediye kabul etmezdi.
Sultan Ahmed, şeyhinin kabul etmediği hediyeyi yine bu devrin maneviyat ulularından Abdülmecit Sivasi'ye gönderdi, o kabul etti. Kendisine, padişahın aynı hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi'ye sunduğu ama kabul etmediği de hatırlatıldı. Sivasi hazretleri büyüklere yakışır bir tutum ortaya koydu:
"Şeyh Hüdayi bir karga değildir ki leşi kabul etsin" dedi.
Aziz Mahmud Hüdayi'ye de, "Sizin kabul etmediğiniz hediyeyi Şeyh Sivasi kabul etti" dediler. Onun tepkisi de şöyle oldu:
"Onun için hiç bir sakıncası yoktur. Çünkü o öyle büyük bir umman büyük bir deniz ki bir parçacık çamurun kendini bulandırmayacağını bilir."
Kurtulmak istiyorsan Sultanımızı üzme!.. Yıldırım Bayezid Han, Niğbolu zaferinde kazanılan ganimetlerle muhteşem bir mescid yaptırmak ister. Mimarlar bugünkü Ulu cami’nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi, bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir. Ancak ihtiyar bir kadıncağız bir “Evim de evim” feryadı tutturur ki sormayın! Değerinin üstünde ücretlere omuz silker, bütün tekliflere “Olmaz” der. Önce vezirler, sonra bizzat Sultan, kadının ayağına gider, iknaya çalışırlar. Ama o direnir. Sultan Bayezid Han, caminin yerini beğenmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar, çözüm yolu arar. Kadılar “Mal onun, satarsa satar, satmazsa satmaz!” derler. Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bayezid Hanın aklına damadı gelir. Emir Sultan hazretlerini bulur meseleyi anlatır. Mübarek sadece tebessüm eder, “Acele etme!” der, “Bir gecede neler değişmez?”
İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır! Kalabalıkta korkunç bir azap endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. Müslümanlar âlemlere rahmet olarak yaratılan Resulullah efendimizin yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana. Kadıncağız da niyetlenir, ama bırakın yürümeye, kıpırdamaya mecali yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz, ıstırapla yerleri tırmalar. Feryat figan ağlamaya başlar... İşte tam o sırada Emir Sultan hazretleri gelir ve sorar:
- Niçin ağlıyorsun anneciğim?
- Herkes Cennete gitti, ben bir başıma kaldım burada!
- Kurtulmak istiyor musun?
- Hiç istemez miyim? - Öyleyse Sultanımızı üzme! Ertesi gün kadın ayağı ile gelir, evini verir. Üstelik önüne konulan altınları bağışlar camiye...
Muhammed Hadimi hazretleri Birinci Mahmut Han, Medine-i Münevvere'ye gitmişti. O zaman Medine'de Harem muhafızı olarak bulunan Hacı Beşir Ağa’ya, (Harem-i şerifte, kaldığın bu zaman zarfında önemli bir olay oldu mu?) diye sordu.
O da şöyle anlattı:
“Ravza-i Mutahharedeki Cibril kapısı bazı geceler seher vakti açılır, fakat içeri kimsenin girdiğini göremezdim. Bir defasında kararımı verdim, her gece sabaha kadar uyanık kalacak, ne pahasına olursa olsun bunun hikmetini öğrenecektim. Epey gün böyle bekledim. Bir gece kapı yine açıldı. Hemen koştum, içeride bir zat vardı. Kim olduğunu sordum. Bana, Konya Hadim’den olduğunu söyledi. İmam-ı Birgivi’in (Tarikat-ı Muhammediyye) isimli kitabını şerh ettiğini, şüphe ettiği bazı yerleri Resulullahın bizzat kendisinden öğrenmeye geldiğini söyledi. Kendisini odama götürdüm. Bir müddet kaldıktan sonra benden izin isteyerek ayrıldı. Ben, sabah namazından sonra yine odama şeref vermesini rica ettim. (Memleketimde imamlık vazifem var! Bana izin ver) dedi ve ayrılıp gitti. Bundan sonra da arada sırada gelirdi, kendisiyle görüşürdük...”
Birinci Mahmut Han, olayın doğruluğuna iyice kanaat getirmek için de memleketin birçok âlimleri ile beraber Hadimli Muhammed efendiyi davet etti. Sonra Hacı Beşir Ağa'yı çağırdı. Hacı Beşir Ağa, o kadar topluluk içinde Muhammed Hadimi hazretlerini tanıyarak yanına vardı, (Hoş geldiniz) dedi. Padişah ve orada bulunan zevat da olayın doğruluğuna iyice inanmış oldular.
Not: Hakikat Kitabevi yayınlarından İslam Ahlakı kitabı, Muhammed Hadimi hazretlerinindir. www.hakikatkitabevi.com adresinden okunabilir.
Padişahımız ölünce ödersiniz İyi kalbli bir vezir, yoksul ve muhtaçlara devlet hazinesinden borç para veriyor, borç alanlar, "Bunu ne zaman geriye ödeyeceğiz?" diye sorduklarında, "Padişahımız ölünce ödersiniz" diye cevap veriyordu.
Bu duruma şahit olan birisi Padişaha gidip, "Efendimiz, sizin veziriniz devletinizin hazinesinden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyor. Demek ki niyeti kötü, sizin bir an önce ölmenizi istiyor, siz ölünce de paraları zimmetine geçirecek" diye gammazladı.
Bu gammazlık üzerine padişah ister istemez endişelendi. Kıymetli bir veziri böyle şey nasıl yapabilirdi. İnanılır gibi değildi. Kendisini çağırıp bunun sebebini sordu. Vezir dedi ki:
"Padişahım, söylenenler doğrudur. Ben hazineden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyorum. Ama bunu sizin ölmenizi değil, tersine daha çok yaşamanızı istediğim için yapıyorum. Bilirsiniz ki her borçluya borcunun vadesi kısa gelir, vade dolmasın diye bakar, bunun için dua eder. Bu demektir ki borçlarını siz ölünce verecek olanlar, borçlarının vadesi dolmasın diye sizin ölmemeniz için dua edeceklerdir. Allah katında en makbul dualardan biri de borç altındaki kullarının duasıdır. Benim de maksadım ömrünüzün uzunluğu, sağlık ve afiyetinizdir."
Zaferi siz mi kazandınız, Allah mı ihsan etti? Gazneli Sultan Mahmud Han, İslam’ı yaymak için Hindistan'a 18 sefer düzenlemişti. Bu seferlerden birinde çok şiddetli bir direnme ile karşılaşınca, zafere kavuşacağından şüpheye düşmüştü. Tam bu zor durumda iken Allahü teâlâya şöyle yalvardı:
"Ya Rabbi, bu savaştan galip çıkarsam, şahsıma düşecek bütün ganimetleri yoksullara dağıtacağım."
Neticede Sultan Mahmud galip geldi ve çok kıymetli ganimetlere sahip oldu. Gazne'ye döndüklerinde kendine düşen bütün ganimetleri yoksullara, muhtaçlara dağıtmaya başladı. Fakat bazı vezir ve komutanlar araya girip, "Aman Sultanım ne yapıyorsunuz, bunca değerli ganimetler, altınlar, inciler dağıtılır mı? Hem onlar bunların kıymetini bilmez" diyorlardı.
Sultan Mahmud bunu Allahü teâlâya verdiği sözün gereği olarak yaptığını, kendisi için bir adak olduğunu söyledi ise de, adamları yine ısrar edip;
"Önemsiz olanları dağıtın, değerli olanları hazineye ayırın, bütün memleketin bunlara ihtiyacı var, sevabı ise belki daha çok olur" dediler.
Sultan Mahmud düşündü. Âlim bir zata durumu anlatıp fikrini sordu. O büyük zat şöyle dedi:
"Sultanım bunun çaresi kolay. Eğer Allah’ın izni olmadan zaferi siz kazandıysanız, bir daha Ondan bir isteğiniz olmayacaksa sözünüzde durmanız gerekmez. Ama bu zaferi size Allahü teâlâ ihsan ettiyse, yine Ona ihtiyacınız olacaksa, verdiğiniz sözde durmanız, adağınızı yerine getirmeniz, ganimetleri yoksullara dağıtmanız gerekir."
Sultan Mahmud tevbe etti, (Zaferi elbette Allahü teâlâ ihsan etti) dedi, sözünü yerine getirdi, kendine düşen ganimetlerin hepsini yoksullara dağıttı.
Cömertlik imtihanı Yemen hükümdarı, oldukça cömert idi. İhsanları her yere yayılmasına rağmen, Hatim-i Tai’nin cömertliğinden bahsedilmesine tahammül edemez. Sarayında herkese büyük bir ziyafet verir. Zengin fakir herkes yer. Halkın, (Hükümdarın ziyafeti ne kadar muhteşem oldu, neredeyse Hatime yaklaştı) dediğini duyunca, Hatim sağ kaldıkça, cömertlikte birinci olmasına imkan olmadığını anlar, onu öldürtmeye karar verir. Çok güçlü bir genç bulup eline yirmi altın verir. İşi bitirince de, yirmi altın daha vereceğini söyler.
Genç, sora sora Tay kabilesine kadar gelir. Güler yüzlü, kendisi gibi yiğit bir gençle karşılaşır. Bu sevimli genç (Hoş geldin yiğit. Çok yorgun olduğunu anlaşılıyor. Bu gece misafirim ol!) diyerek evine götürür. Gece, misafirine çok ikram ve ihsanda bulunur. Sabah olunca, misafir gitmek isteyince, birkaç gün daha kalmasını ısrar eder. Misafir der ki:
- Çok önemli bir işim var. Bir an önce gitmem gerekir.
İyilik ve hizmet etmekten zevk duyduğu anlaşılan ev sahibi der ki:
- İşin nedir, sana acaba bir yardımım dokunabilir mi?
- Ey asil kişi, sen çok cömertsin, iyilik seversin, senden sır çıkmayacağı belli. Hatim isimli birini arıyorum. Acaba tanıyor musun?
- Hatim ile ne işin var?
Misafir, niçin geldiğini anlatıp der ki:
- Bu işte bana yardımcı olman mümkün mü?
- Elbette mümkündür. Yalnız bu iş pek kolay olmaz. Dediklerime uyarsan tereyağından kıl çekmiş gibi zahmetsiz olur.
- Ne yapmam gerekir?
- Hatim de senin gibi yiğit biridir. Belki öldüremezsin. Ben sana onun yerini tarif edeyim. Ancak öldüremez de iş meydana çıkarsa, yerini söylediğim için beni öldürebilir. Bu bakımdan benim ellerimi, ayaklarımı bağla. Zorla söylettiğin anlaşılsın.
Misafir, ev sahibinin elini, kolunu, ayaklarını iyice bağladıktan sonra sorar:
- Hatim nerede?
- Hatim denilen kimse benim. Madem benim başım senin işine yarayacak, ne diye onu vermiyeyim? Misafirin arzusunu yerine getirmek, gönlünü etmek benim en büyük arzumdur. Hemen öldür, kimse duymadan buradan git!
Genç, neye uğradığını şaşırır. Hemen Hatimin ayaklarına kapanıp der ki:
- Sana gül yaprağı ile vuran kalleştir. N’olur beni bağışla!..
Genç, helalleşip oradan ayrılıp hükümdarın huzuruna çıkar. Olanları anlatır. Hükümdar da, iyiliksever, cömert olduğu için hatasını anlayıp (Taşıma su ile değirmen dönmez. Cömertlik mal ile değilmiş. Hatimin cömertliği yaratılışından, fıtratından, güzel huyundan ileri geliyormuş. Sen verilen görevi fazlasıyla yerine getirdin) diyerek yirmi yerine kırk altın verir.
Derviş ve para Padişahın biri, adamlarından birine bir miktar para verip şehir içindeki dervişlere dağıtmasını söyledi. Adamcağız bir çok dervişin yanına gidip geldi ve ancak parayı olduğu gibi geri getirip padişaha iade etti.
Padişah, (Niçin dağıtmadın?) diye sordu.
Adam, (Padişahım verecek derviş bulamadım) dedi.
Padişah, (Nasıl olur, şehirde yüzlerce derviş vardır) deyince adam, (Efendim, dervişler para kabul etmiyorlar. Para alanlar ise zaten derviş değil ki) diye cevap verdi.
Diğer kardeşlerin duymasın Padişah dilencinin birisine bir altın verir. Dilenci bunu az görüp, (Ama padişahım insan kardeşine bu kadar az verir mi?) der. Padişah, (Seninle nereden kardeş oluyoruz?) der. Dilenci, (Hepimiz Hazret-i Âdem’in çocukları değil miyiz?) der. O zaman dilencinin kulağına eğilir, yavaşça, (Sakın diğer kardeşlerin duymasın eline bu kadar da geçmez) der.
Senin hâlin n’olacak Bir hac ibadeti sırasında Harun Reşid ve Behlül yüksekçe bir yere oturup oradan ibadet ve dua eden ve bu arada ağlayıp gözyaşı döken insan selini seyrediyorlardı. Behlül Dânâ halifeye dedi ki:
- Ey Müslümanların halifesi, bütün bu ağlayıp sızlayan insanlar kendi nefslerinin günahlarının hesabını verip veremeyeceklerini bilmedikleri için ağlaşıyorlar. Halbuki sen kendi nefsinin hesabı yanında bütün bu insanların da hesabını vereceksin. Senin hâlin n’olacak?
Sonu ne olacak
Bir hükümdar, vezirine der ki: Bana öyle bir şey yap ki, sıkıldığımda, ona bakınca rahatlıyayım; kızınca, ona bakıp sakinleşeyim. Saltanatımla mağrur olunca da, ona bakıp tevazu sahibi olayım.
Vezir der ki: Bir yüzük yaptır, taşına (Sonu ne olacak?) yazdır! O hâl zuhur edince, yüzüğe bak!
Hükümdar yüzüğü yaptırır. Saltanatı ile mağrur olunca, o yüzüğe bakar, içinde bulunduğu nimet ve devletin (Sonu ne olacak) diye düşünür. (Elbet sonu ölümdür. Kıyamette hesabı var. Kötüye kullanırsan azabı var!) der, mağrur olmaktan kurtulur. Bir musibet geldiğinde de yüzüğe bakar, (Madem ölüm vardır, üzülmek boşuna!) diyerek rahatlar. Kızdığı zaman, (Sonu ne olacak) yazısını okur, (Sonu ölüm olduktan sonra, kızsam ne çıkar) der, gazabını yatıştırırdı.
O halde her işin sonunu düşünmeli, ona göre hareket etmelidir!
Sultanlığı nasıl bıraktı Belh Sultanı İbrahim Edhem, bir gece hanımıyla kuş tüyü yatakta yatarken kendisini rahat hissetmiş olacak ki, (Hatun, Cennette de seninle böyle beraber olsak) dedi. Tam bu sırada sarayın damında bir ayak sesi işitildi. Damda bir adamın gezdiği anlaşılıyordu.
İbrahim Edhem, sinirlenmişti. (Kim bu saatte o damdaki... Ne arıyorsun orada?) diye seslendi. (Devemi kaybettim, onu arıyorum) diye cevap geldi.
Hükümdar, iyice kızmıştı... (Behey şaşkın, damda deve mi olur!) diye haykırdı. Damdaki, dedi ki:
(Ey hükümdar! Damda deve aranmaz da, atlas yataklarda Cennet aranır mı?)
Bu söz hükümdara çok tesir etmişti...
Sabah vezirleriyle görüşürken aklı fikri gece olan bu olayda idi. Bu sırada bahçeden sesler gelmeye başladı. Pencereden bakınca, iri yarı bir delikanlının saray muhafızları ile tartıştığını gördü. Seslenerek onları içeri çağırdı ve gence ne istediğini sordu. Genç sinirle, (Ben hana girmek istiyorum, bunlar bırakmıyor) dedi. İyi ama burası han değil ki, saraydır, ben de padişahım dedi. Genç itiraz etti, hayır han dedi. Peki nasıl han oluyor? Senden önce kim vardı burada? Babam vardı. Ne oldu ona? Göçtü gitti. Ondan önce? Dedem vardı. Ona ne oldu? O da göçüp gitti. Peki efendim, birinin konup birinin göçtüğü yere han denmez mi?
Genç bunu söyleyip, çekip gitti.
Gece damdaki adamın sözleri ve şimdi de bu gencin sözleri iyice canını sıkmıştı padişahın. Hemen av elbiselerini giyinip, kırlara doğru sürdü atını. Bu iki olayın tesirinden kurtulmaya çalışıyordu. Bir ceylan gördü. Bunu kovalamaya başladı. Birkaç saat bununla uğraştı. Sonunda öyle bir yere sıkıştırdı ki, artık ceylanın kaçacağı yer yoktu. Kendi kendine ceylana seslendi, beni çok yordun, şimdi ne yapacaksın, nasıl kurtulacaksın elimden? O anda ceylan, Allahü teâlânın izniyle dile gelip, senin başka işin yok mu, ne istiyorsun benden, beni öldürmek için mi yaratıldın sen, kendi vazifeni yapsana sen) dedi.
Bunun üzerine İbrahim Edhem, okunu yayını atıp tevbe etti. Padişahlığı da bıraktı, bir daha memleketine dönmedi. Gitti, İslam âlimlerine talebe oldu, senelerce ilimle uğraştı. Sonunda İbrahim Edhem hazretleri oldu.
Uyumak daha iyi
Zalim hükümdar, salih bir zata sordu: - İbadetlerden hangisi üstündür? Bana tavsiyeniz nedir? Salih zat dedi ki: - Uykuyu tavsiye ederim. Bir an olsun halkı incitmeyesin! Halk rahat etsin. Senin uyuman, uyanıklığından iyidir.
Sofu Baba Aşağıda Silsile-i aliyye büyüklerinden Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin teveccühüne kavuşan bir gencin hâli anlatılıyor.
Hazret-i Seyyid Fehim, seçilmişlerden biri,
Bir bakışta temizler, kalbde bulunan kiri.
Müks’ün Arvas köyünden gelişlerinde Van’a,
Asi bir genç yaklaşır utanarak yanına.
Hazret-i Şeyh gülümser, gence adını sorar,
O anda âsi gençte acayip hâller başlar.
Şeyh teveccühle bakar, gencin gönlünü yakar,
Feyizler çeşme gibi gencin kalbine akar.
Adı Fehim’miş gencin, ondan hiç ayrılamaz,
Kendini saran hâlden bir türlü sıyrılamaz.