Basra’ya varınca
Basra’ya varınca, bir camiye yerleştim. Caminin imamı Şeyh Ömer Tai isimli, Arap asıllı Sünni bir zattı. Ama benden şüphelenip, beni sorguya çekti. Bu tehlikeli sohbetten kendimi şöyle kurtardım: (Ben Türkiyeliyim, Iğdırlıyım, İstanbul’daki Ahmed efendinin talebesiyim. Halid isminde bir marangozun yanında çalışıyordum) dedim ve gerekli bilgiler verdim. Birkaç cümle Türkçe de konuştum. İmam gözleriyle oradan birisine işaret ederek, benim Türkçe’yi doğru konuşup konuşmadığımı sordu. O da, olumlu cevap verdi. İmamı ikna ettiğim için çok sevinmiştim. Fakat, hayal kırıklığına uğradım. Çünkü, birkaç gün sonra, anladım ki, imam efendi benden şüpheleniyor ve Türk casusu olduğumu zan ediyordu. Daha sonra, Sultan tarafından tayin edilen vali ile, aralarında ihtilaf olduğunu öğrendim.
Şeyh Ömer efendinin camiinden uzaklaştım, orada misafir ve yabancıların kaldığı bir handa, oda kiraladım. Hanın sahibi Mürşid efendi her sabah rahatımı kaçırır, sabah ezanı okunur okunmaz, namaza kaldırmak için gelip, kapımı sert bir şekilde çalardı. Onu dinlemeye mecburdum. Ben de kalkar ve sabah namazını kılar görünürdüm.
Bir gün, Mürşid efendi, (Sen geldikten sonra, başım dertten kurtulmuyor. Ben bunu, senin uğursuzluğuna veriyorum. Zira, sen bekârsın. Bekârlık, uğursuzluktur. Ya evlen, ya da burayı terk et) dedi. Ona, evlenebilecek durumum, param yok dedim. Ahmed efendiye söylediğimi ona söyleyemedim. Zira Mürşid efendi, doğru söyleyip söylemediğimi öğrenebilmek için, soyup kontrol edebilecek biri idi.
Böyle deyince, Mürşid efendi, (Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfu ile zenginleştirir) âyetini duymadın mı?) dedi. Şaşırıp kaldım. Sonunda dedim ki, peki evleneyim, fakat masrafsız bir kız bulabilir misin?
Mürşid efendi, (Ben anlamam! Receb ayının başına kadar ya evlen veya çık git) dedi. Recebe 25 gün kalmıştı.
Bir marangozun yanında çok az bir ücretle iş bulup, Mürşid efendinin hanından çıktım. Marangoz Abdür Rıza Horasanlı bir Şii idi. Ondan Farisi öğrenmeye başladım. Her gün, İranlı Şiiler, onun yanında toplanır, siyasetten iktisada kadar, her konuda, konuşurlardı. Hem kendi hükümetlerine, hem de İstanbul’daki Halifeye çok dil uzatırlardı. Yabancı biri gelince, hemen sözü değiştirirlerdi.
Bana çok itimat ediyorlardı. Sonradan anladım ki, Türkçe bildiğim için, beni Azerbaycan halkından zan ediyorlarmış.
Marangoz dükkanına bir delikanlı arada bir uğrardı. İlim talebesi kıyafetinde ve Arabi, Farisi, Türkçe biliyordu. İsmi Muhammed bin Abdülvehhab Necdi idi. Bu delikanlı, son derece yüksekten konuşan ve gayet asabi biriydi. Osmanlı hükümetini çok kötülediği halde, İran hükümetinin aleyhine konuşmazdı. Onun dükkan sahibi Abdürrıza ile dostluğunun sebebi, ikisi de İstanbul’daki Halifeye muhalif idiler. Ama bu delikanlı, Farisi’yi nasıl biliyor ve Şii olan Abdürrıza ile nasıl arkadaşlık edebiliyordu?
Necdli Muhammed, Sünni idi. Sünnilerin çoğu, Şiilerin aleyhinde konuşmalarına ve hatta bir kısmı, Şiileri tekfir etmelerine rağmen, o hiç Şiileri rencide etmezdi. Necdli Muhammed, Sünnilerin dört mezhebinden birine tâbi olmayı gerektiren, herhangi bir sebep görmüyordu ve (Kur’anda bu mezhepler hakkında hiçbir delil yok) diyordu. Bu husustaki hadislere hiç önem vermiyordu. Kendini beğenmiş bu Necdli genç, Kur’anı ve Sünneti anlama hususunda, nefsine uyardı. Sadece kendi zamanındaki âlimlerin ve dört mezhep imamının değil, Ebu Bekir, Ömer gibi sahabenin de görüşlerini hiçe sayardı.
Aradığımı bu gençte bulmuştum. Zira, onun âlimlere saygısızlığı, dört Halifeye de önem vermeyişi, Kur’anı ve Sünneti anlama hususunda müstakil bir görüşe sahip oluşu, onu avlayıp elde etmek için, en zayıf noktalarındandı. Bu mağrur genç nerede, o Türkiye’de yanında okuduğum Ahmed efendi nerede! O âlim, selefleri gibi, dağa benziyordu. Hiçbir güç, onu yerinden oynatamazdı. Ebu Hanife’nin ismini zikir etmek istediği zaman, kalkar abdest alırdı. Buhari isimli hadis kitabını eline almak istediği zaman, yine abdest alırdı.
Necdli genç ise, Ebu Hanife’yi çok hafife alır, (Ben Ebu Hanife’den daha iyi biliyorum) derdi.
[Hempher’in itiraflarını okurken, şu olayı hatırladık: Lisede öğretmen iken derste, bir talebem, (Hocam, harpte ölen Müslüman şehid olur mu?) dedi. Evet olur dedim. (Peygamber bunu haber verdi mi?) dedi. Evet dedim. (Denizde boğulursa da, uçaktan düşerse de, şehid olur mu?) dedi. Evet olur dedim. (Peygamberimiz bunları da haber verdi mi?) dedi. Evet, haber verdi dedim. Bir kahraman edası ile ve gülerek, (Hocam! O zaman uçak var mı idi?) dedi. Yavrum! Peygamber efendimizin bir çok isminden biri, Camiul-kelim’dir. Çok şeyleri, bir kelime ile bildirirdi. İşte Peygamber efendimiz, (Yüksekten düşen şehid olur) buyurdu dedim. Bu cevabımı çocuk hayret ve şükran ile karşıladı. Bunun gibi, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde, çok kelimeler ve hükümler, yani emirler ve yasaklar vardır ki, herbiri, muhtelif manaları bildirmektedir. Bu manaları bulmaya ve aralarından lazım olanı seçmeye (İctihad) etmek denir. İctihad yapabilmek için, derin âlim olmak lazımdır. Bunun için, Sünniler, cahillerin ictihad yapmalarını yasak etti. Bu, ictihadı yasak etmek değildir. Hicretten dört asır sonra, mutlak müctehid hiç yetişmediği için, ictihad yapılamadı, ictihad kapısı kendiliğinden kapandı. Kıyamete yakın, İsa aleyhisselam gökten inecek ve Mehdi çıkacak, ictihad yapacaklardır.]
Ben, Necdli genç ile çok yakın bir arkadaşlık kurdum. Daima onu övüyordum. Bir gün ona, sen Ömer ve Ali’den daha büyüksün. Peygamber şimdi hayatta olsaydı, onları değil seni kendine halife tayin ederdi. Ben, İslam’ın senin elin üzerinde yenilenmesini ve yükselmesini umuyorum. İslam’ı cihana yayacak biricik âlim sensin dedim.
Onunla Kur’anı, sahabenin, mezhep imamlarının ve müfessirlerin tefsirlerine muhalif bir şekilde, tamamen kendi fikirlerimize göre tefsir etmeyi kararlaştırdık. Kur’anı okuyor ve bazı âyetler üzerinde konuşuyorduk. Bundan maksadım, onu tuzağa düşürmekti. Zaten o da, kendini devrimci olarak göstermek ve daha fazla itimadımı kazanmak için, görüşlerimi memnuniyet ile karşılardı.
Bir kere, Cihad farz değildir dedim. İtiraz etmesine rağmen onu ikna ettim, kabul etti. Bir kere de, ona müta nikahı caizdir dedim. İtiraz etti ve (Ömer, Peygamber zamanında mevcut olan iki mütayı yasak etti ve onu yapanı cezalandıracağını bildirdi) dedi. Ben, sen hem, Ömer’den daha iyi biliyorum diyor, hem de ona tâbi oluyorsun. Kaldı ki Ömer, Peygamber helal ediyordu, ben yasaklıyorum demiştir. Sen niye Kur’an ile Peygamberin sözünü bırakıp, Ömer’in sözünü tutuyorsun dedim. O cevap vermedi. Anladım ki, ikna oldu. Onun canının kadın istediğini biliyordum, kendisi bekâr idi. Ona, gel müta nikahı ile birer kadın alalım. Onlarla eğleniriz dedim. Başını sallayarak kabul etti. Bu fırsatı büyük bir ganimet bildim ve ona eğlencelik bir kadın bulmaya söz verdim. Benim gayem, onun insanlardan olan korkusunu kırmaktı. Fakat o, bu işin aramızda sır olarak kalmasını ve ismini de kadına söylemememi şart koştu. Alelacele, orada Müslüman gençleri ifsad etmek için, Sömürgeler bakanlığı tarafından gönderilen, Hıristiyan kadınların yanına gittim. Onlardan birine meseleyi anlattım. Kabul edince, ona Safiye ismini verdim. Necdli genci onun evine götürdüm. Evde sadece Safiye vardı. Necdli genç için bir haftalık müta yaptık. O da kadına ücret olarak biraz altın verdi. Ben dıştan, Safiye içten, Necdli genci avlamaya başladık.
Safiye, onu iyice eline aldı. Zaten, o da, ictihad ve fikir hürriyeti bahanesi ile, İslamiyet’in emirlerine karşı gelmenin nefsani tadını duymuştu.
Müta nikahının üçüncü gününde, âyet ve hadislere rağmen içkinin haram olmadığına dair uzun uzadıya onunla münakaşa ettim. Sonunda, sarhoş etmeyecek kadarı içmek haram değildir diye inandı ve (içki sarhoş etmediği zaman, haram değildir) dedi.
Aramızda geçen bu içki ile alakalı münakaşayı Safiye’ye bildirdim ve ona çok kuvvetli bir içki içirmesini tembih ettim. O da, (Senin dediğini yaptım, içkiyi içirdim, oynadı) dedi. İşte böylece, Safiye ile birlikte, onu iyice ele geçirdik. Sömürgeler bakanı ile vedalaştığım zaman bana, (Biz İspanya’yı Müslümanlardan içki ve zina ile aldık. Yine bu iki büyük kuvvet ile, diğer bütün topraklarımızı da geri alalım) demişti. Bu sözünde ne kadar haklı olduğunu şimdi anlıyorum.
Bir gün ona oruç meselesini açtım. Oruç sünnettir, farz değildir dedim. Buna da itiraz edip, (Beni temelli dinden mi çıkarmak istiyorsun?) dedi. Ben de ona, din, kalbin temizliği, ruhun selameti ve başkasının hakkına tecavüz etmemektir. Peygamber, (Din sevgidir) dememiş mi dedim. Bir kere ona, namaz farz değildir, Allah Kur’anda, (Beni anmak için namaz kıl) [Taha 14] demiyor mu dedim. Öyle ise, namazdan maksat, Allah’ı anmaktır. Binaenaleyh namaz kılmak yerine, Allah’ı an dedim. O da, (Evet bazı kimseler, namaz vakitlerinde namaz yerine Allah’ı zikir ediyorlarmış) dedi. Ben de, onun bu sözüne çok sevinmiştim. Bu fikri ileri götürmeye çok çalıştım ve onun kalbini ele geçirdim. Sonra baktım ki, namaza önem vermiyor. Bazen kılıp, bazen kılmıyor. Bilhassa sabah namazlarını çok kaçırıyordu. Zira, gece ortasına kadar onunla konuşarak, uyumasına mani oluyordum. Sabahları da, halsiz olduğu için, namaza kalkamıyordu.
Bir gün, Peygamber hakkında da yokladım, (Bundan sonra, bu konuda, konuşursan, aramız açılır ve seninle alakamı keserim) dedi. Bunun üzerine, bütün başarılarımın bir anda yok olacağı korkusundan, Peygamber hakkında konuşmayı bıraktım.
Sünnilik ve Şiiliğin haricinde, kendisine bir yol tutmasını telkin ettim. O da, bu fikrime önem veriyordu. Zira mağrur birisiydi. Onun yularını Safiye sayesinde, ele geçirdim.
Bir kere de, Peygamber eshabını birbirine kardeş yapmış, doğru mu dedim. (Evet), dedi. Bunun üzerine, İslam’ın ahkamı geçici mi, devamlı mı dedim. (Devamlıdır. Zira Peygamberin helalı kıyamet gününe kadar helal, haramı da kıyamet gününe kadar haramdır) dedi. Ben de, öyleyse gel seninle kardeş olalım dedim ve onunla kardeş olduk.
O günden sonra, ondan hiç ayrılmadım. Sefere çıktığında da beraberdik. Kendisine çok önem veriyordum. Zira, gençliğimin en kıymetli günlerini vererek diktiğim ağaç, meyvesini vermeye başlamıştı.
Londra’ya, Sömürgeler bakanlığına her ay bir rapor gönderirdim. Gelen cevaplar çok cesaret verici ve teşvik edici idi. Necdli genç, kendisine çizdiğim yolda yürüyordu.
Benim vazifem ona, istiklal, hürriyet ve şüpheciliği aşılamaktı. İstikbalinin çok parlak olacağını söyler ve onu çok överdim. Bir gün, şöyle bir rüya uydurdum:
Dün gece Peygamberimizi rüyada gördüm. Hocalardan duyduğum sıfatlarını da söyledim. Bir kürside oturuyordu. Etrafında, hiç tanımadığım âlimler vardı. Siz girdiniz. Yüzünüz nur gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda, Peygamber yerinden kalktı ve her iki gözünüzün arasını öptü. Ve (Sen benim adaşım, ilmimin vârisisin, din ve dünya işlerinde, benim vekilimsin) dedi. Sen, (Ya Resulallah, ben ilmimi insanlara açıklamaktan korkuyorum?) dedin. Peygamber cevaben, (Sen büyüksün, hiç korkma) dedi.
Rüyayı duyduktan sonra, sevincinden uçuyordu. Birkaç defa doğru mu diye sordu. Ben de, her seferinde, yemin ettim, elbette doğrudur dedim. O da, doğru söylediğime emin oldu. O günden sonra, yeni bir mezhep kurmaya karar verdi.
[İstanbul Dar-ül-fünun’unda Akaid-i islamiyye müderrisi Bağdatlı Cemil Sıtkı Zehavi, El-fecr-üs-sadık kitabında diyor ki:
(İngilizlerin hazırladığı Vehhabi fırkasının bozuk fikirlerini, Muhammed bin Abdülvehhab 1737’de Necdde izhar etti. Deriyye emiri Muhammed bin Süud tarafından çok müslüman kanı dökülerek, yayıldı. [Vehhabilerin, müslümanlara, sapıktır, zararlıdır dedikleri ve yaptıkları işkenceler (Kıyamet ve Ahiret) kitabında uzun yazılıdır.] Vehhabiler, kendilerinden olmayan müslümanlara müşrik dediler. Bütün dedeleri gibi bunlar da kâfirdir dediler. Vehhabi dinini kabul etmeyenleri öldürdüler. Mallarını ganimet olarak yağma ettiler. Fıkıh, tefsir ve hadis kitaplarını yaktılar. Kur’an-ı kerimi, kendi düşüncelerine göre yanlış tefsir ettiler. Müslümanları aldatmak için, Hanbeli’yiz dediler. Halbuki, Hanbeli âlimlerinin çoğu bunları red eden, bozuk olduklarını bildiren kitaplar yazdılar. Haramlara helal dedikleri ve enbiyayı ve evliyayı suçladıkları için kâfir oluyorlar. Vehhabi dininin esası ondur. İnançları şöyledir:
1- Allah maddi bir varlıktır. Eli, yüzü ve ciheti vardır.
2- Dört mezhepten birini taklit eden kâfir olur.
3- Vehhabi olmayan kâfirdir.
4- Peygamberin ve Evliyanın mezarlarını ziyaret etmek haramdır.
5- Peygamberi, evliyayı vesile yaparak dua eden kâfir olur.
6- Allah’tan başkası ile yemin eden müşrik olur.
7- Allah’tan başkası için nezreden ve Evliya kabri yanında hayvan kesen müşrik olur.
8- İlk peygamber Âdem değil Nuh’tur, Âdem, İdris ve Şit peygamber değildir.
9- Kur’andan bizim anladığımız doğrudur diyorlar.
10- Eshab-ı kiramın ve âlimlerin bildirdiği şeyleri inkâr ederler.) [El-fecr-üs-sadık]
[Dikkat edilirse, vehhabiliğin bu on esası, Hempher’in Necdli Muhammed’e telkin ettiği din bilgileridir.]
Londra’dan yeni emir geldi
Şiilerin en çok sevdiği, aynı zamanda onların ilim ve ruhaniyet merkezi Kerbela ve Necef şehirlerine gitmek için Londra’dan emir geldi. Necdli genç ile görüşmemize son vermeye, Basra’dan ayrılmaya mecbur oldum. Ama bu cahil ve ahlakı bozulan adamın, yeni bir fırka kuracağına ve İslamiyet’in içerden yıkılmasına sebep olacağına ve bu fırkanın bozuk inançlarını hazırlamış olduğuma sevinerek, Basra’dan ayrıldım.
Necef’e, Azerbaycanlı bir tüccar kıyafetinde gittim. Şii din adamlarıyla arkadaşlık ve samimiyet kurdum ve onları aldatmaya başladım. Onların ders halkalarına katıldım. Sünnilerin çalıştıkları gibi, fen bilgilerine çalışmadıkları ve onlardaki güzel ahlaka malik olmadıklarını gördüm.
Birkaçı şöyledir:
1- Osmanlıya son derece düşmanlar. Sünnilere kâfir diyorlar.
2- Şii âlimleri, tıpkı bizim duraklama devrindeki papazlarımız gibi, kendilerini tamamen dini ilimlere vermiş, dünyevi ilimlerle çok az ilgileniyorlar.
3- İslamiyet’in hakikatinden, fen ve teknikteki ilerlemelerden haberleri yok.
Birkaç kere, onları halifeye isyan etmek için teşvik ettim. Beni maalesef dinleyen olmadı. Çünkü onlar, Hilafete zapt edilmesi mümkün olmayan bir kale gibi bakıyorlardı. Onlara göre, ancak Mehdi geldiği zaman, hilafetten kurtulabilirlerdi.
Irak seferimde kalbimi ferahlandıran bir manzara ile karşılaştım. Bazı olaylar, Osmanlının sonunun yaklaştığını haber veriyordu. Zira, İstanbul hükümeti tarafından tayin edilen vali, cahil ve zalim biri idi. Halk ondan razı değildi.
Londra’ya dönmek istiyordum. Zira, uzun zaman gurbette idim. Vatanımı ve ailemi çok özlemiştim. Bundan dolayı, raporumla beraber, bakanlıktan kısa bir müddet için bile olsa, Londra’ya dönmek için izin talep ettim. Üç yıllık Irak seferimle alakalı intibalarımı şifahen anlatmak ve biraz istirahat etmek istiyordum.
Bakanlığın Irak’taki mümessili, kimse şüphelenmesin diye, kendisine fazla uğramamamı ve Dicle nehrinin kıyısındaki hanların birinde, bir oda kiralamamı tembih etti ve (Londra’dan haber gelince sana bildireceğim) dedi.
Basra’dan Kerbela ve Necef’e gittiğimde, Necdli genç, kendisine gösterdiğim yoldan sapacak diye, çok üzülüyordum. Zira o, çok değişken idi. Onun üzerinde inşa ettiğim bütün emellerimin zayi olacağından korkuyordum.
Kendisinden ayrılırken, İstanbul’a gitmeyi düşünüyordu. Bu fikrinden vazgeçmesi için, çok telkinde bulundum ve (Oraya gittikten sonra, seni tekfir edebilecekleri bir söz sarf edersin, seni öldürmelerinden çok endişe ediyorum) diyerek vazgeçirmeye çalıştım.
Gayem başka idi. Oraya gittikten sonra, eğrilerini doğrultacak, Ehl-i sünnet itikadına dönmesini sağlayacak derin âlimlerle görüşmesinden ve bütün emellerimin zayi olacağından korkuyordum. Çünkü, İstanbul’da ilim ve İslam’ın güzel ahlakı vardı.
Ondan ayrılırken, kendisine, takıyyeyi anlattım. (Şiiler arasında, takıyye et, Sünni olduğunu söyleme ki, başına bir felaket getirmesinler) dedim.
Oradan ayrılırken, zekat adı altında ona bir miktar para verdim. (Devamı var)