Bayezid-i Bistami hazretlerine sevenlerinden birkaçı, (Filan şehirde âlim evliya bir zat var, ziyaret edelim) diye ısrar ettiler. Sonunda bunları kırmamak için razı oldu, o zatı görmek için yola çıktılar. Nihayet o zatın bulunduğu şehre geldiler. Camiyi sorup, o yöne doğru yürüdüler. Tam camiye 200-300 metre kalmıştı ki o zatı caminin önünde gördüler. Hemen, (İşte efendim, o mübarek zat, şu gördüğümüz kimse) diye söylediler.
O zat o anda yere tükürdü. Bunun üzerine Bayezid-i Bistami hazretleri (Geri dönüyoruz, görüşmeye lüzum kalmadı) dedi. Sevenleri ısrar etti, (Efendim bunca yolu kat ettik, o mübarek zat da şu, görüşmeden nasıl geri döneriz) dediler. Fakat ısrarları fayda vermedi. Sevenleri yine (Âlim ve evliya zattır, bir görüşsek) diye ısrar edince, Bistami hazretleri buyurdu ki:
(O kimse, evliya ve âlim olamaz. Kıble tarafına tükürdü. Bu adam Resulullaha karşı lazım olan edeplerden birini gözetmedi. Veli olmak için lazım olan edepleri de gözetemez. Bi-edebin [edepsizin] hiçbiri, Allahü teâlâya vasıl olamamıştır. Yani hiçbir edepsiz Allahü teâlânın veli kulu, sevgili kulu olamamıştır.)
Bizden ne işittiyse hemen inandı Anadolu'da yetişen en büyük velilerden biri olan Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin talebelerinden birisi de, Fatih'in hocalarından Akşemseddin idi. Hacı Bayram hazretlerine bağlanışından kısa bir zaman sonra zekası, en önemlisi de şeyhine tam teslimiyeti sayesinde icazet [diploma] aldı ve irşadla görevlendirildi. Akşemseddin'in bu başarısı diğer müridler arasında kıskançlığa sebep oldu. Bunlardan biri Hacı Bayram hazretlerine sordu:
- Efendim, kırk yıldır talebeniz olanlar henüz halifeliğe layık görülmezken Akşemseddin'in kısa zamanda bu rütbeye ulaşmasının hikmeti nedir?
Hacı Bayram hazretleri şu cevabı verdi:
- Bu köse [Akşemseddin] bizde ne gördü ve işittiyse sebep ve hikmetini araştırmadan hemen inandı ve teslim oldu. Kırk yıldır hizmetimizde bulunanlar ise bizde gördüklerinin ve duyduklarının önce sebep ve hikmetini öğrenip sonra inandı ve teslim oldu. İşte aradaki fark budur.
Bu iki Müslüman yalan söylemez Mevlana Halid-i hazretleri Bağdat'tan atıyla Şam'a gider. Şam’da iki kişi Mevlana hazretlerini, "Bu bizim atımızdır, bunu bu şahıs çalmış" diyerek kadıya şikayet eder. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri, "Ben bu atı benim ahırımdan aldım binip geldim. Bu iki Müslüman yalan söylemez. Allahü teâlâ her şeye kadirdir. Bunların atını benim ahırıma koymuş olabilir. Ben de bu ata binip geldiğime göre bunların hakları geçmiştir, ücreti ne ise ödeyeyim” buyurur.
Bu iki kişi, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin büyük bir zat olduğunu anlamaları üzerine, "Aman biz ne yaptık? Biz yalan söyledik, tevbe ettik, bu at bizim değil" diyerek özür dilerler.
Müşrikler de göze tâbi olmuşlardı Bir molla, bir Mürşid-i kâmilin sohbetinde bulunmak, ona talebe olmak için gelmişti. Onun namaz kıldırdığı mescide geldi. O anda Mürşid akşam namazını kıldırıyordu. Molla, Mürşidin okuduğu Fatiha suresini beğenmedi, kendi öğrendiği şiveye uygun değildi. (Boşuna zahmet edip tâ uzak yerlerden bunu ziyarete geldim. Tecvidi bilmeyen, farzı haramı nereden bilsin? Böyle Mürşid-i kâmil mi olur) diye düşündü ve hiçbir şey söylemeden ertesi günü yola çıktı.
Yolda giderken karşısına birkaç aslan çıktı. Korkusundan hemen geri döndü. Ama, aslanlar, yavaş yavaş bunun peşinden geliyorlardı. Korku ve heyecanla koşar adım kaçarak talebeleriyle oturan Mürşidin yanına geldi. Aslanlar da iyice yaklaşmışlardı. Mürşid, hemen aslanlara doğru yürüdü. Aslanlar hareketsiz halde huzurunda boyun eğip bekliyorlardı. O mübarek zat gelip onların kulaklarından tutup, (Size benim misafirlerime dokunmayın, onları korkutmayın demedim mi?) dedi. Aslanlar da çekip gitti.
Şaşkın halde bakan mollaya, (Bizim Fatihamızda yanlış arayacağınıza, kendi yanlışınızı düzeltmeye çalışsaydınız dahi iyi olmaz mıydı?) dedi. Sonra, otur hele diyerek, ona ve talebelerine şunları söyledi:
Kimse kendisini bir şey zannetmesin. Bu din edep dinidir, bu din tevazu dinidir. Bu din Allah ve Resulünün aşkıyla yanma dinidir. Onu bunu ölçme, onunla bununla uğraşma dini değildir, kendinle uğraşma dinidir. Acizliğini anlamanı, önce kendini düzeltmeni isteyen dindir. Kendine itaati red eden, bir mürşid-i kâmile tâbi olmayı emreden dindir. Zira o büyükler Allah Resulünün vârisleridir. Büyüklerin zahiri cahilin zehiridir. Cahil zahire bakar zehirlenir gider. Müşrikler de böyle yapmıştı. Allah Resulünü, Abdullah’ın yetimi diye görmüşlerdi. Mala mülke bakmışlardı. Efendimiz aleyhisselamın herkes gibi yiyip içmesine gezmesine alış veriş etmesine konuşmasına bakmışlardı. Kendileriyle, bildikleri ölçülerle mukayese ettiler. Yani gözlerine ve kıt akıllarına tâbi oldular. Biz sana niye iman edelim dediler. Halbuki, Hazret-i Ebu Bekir de baktı, ama Onu Allah Resulü olarak gördü, (Ne güzelsin ya Resulallah, nurun âlemleri kaplamış. Seni bize Peygamber olarak gönderen yüce Rabbimize hamd olsun. Sana iman etmemi ihsan eden yüce Rabbime hamd ederim) dedi. Bir başka zamanda da, (Her şeyimi, bütün iyiliklerim ibadetlerim dahil her şeyimi, Resulullah efendimizin bir sehvine, yani yanılmasına değişirim) dedi. Hâşâ boşuna Peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmadı. İlim budur, edep budur, sıddıklık budur.
İnsanlar arasında yere tükürerek edepsizlik eden bir Müslümanın şahitliğini kabul etmeyen bir din, bir edebe riayet etmeyene evliyalık yolunu kapatan bir din, nasıl olur da, harama helale, mekruha, tecvide dikkat etmeyene veya bilmeyene evliyalık yolunu açar? Bu yolda önce ilim gelir, sonra hâl. İlimsiz hâl olur mu? İlimsiz evliyalık, mürşidlik olur mu? Bu Mürşid evliya ama, âlim değil demek ne kadar yersiz, ne kadar cahilce bir söz. Dinde sayısız mesele var. Şeytanın nefsin sayısız hilesi var. Bunları bilmek, ilimle olur. Papağan gibi birkaç şey ezberlemekle insan kendisini ne zanneder. Bir kaya kovuğunda ilişmiş kalmış bir böcek de, yerleri ve gökleri, bu delikten ibaret sanır. Bir elmanın içindeki çekirdeği yiyen bir kurt da, ben bütün elmayı ve elma ağacını yedim diye zanneder. Bunların böyle zannetmelerinin ne kıymeti var?
Büyükleri yani Resulullahın vârislerini imtihan etmek, ölçmek, müşriklik özelliğidir. Ölün yitin bu belaya düşmeyin. Müşrikler de Resulullah efendimizi imtihan ettiler, şunla bunla ölçtüler. Ancak Cehennemin dibini boyladılar. Bu büyükleri sevenler, tâbi olanlar, Peygamber efendimiz zamanında yaşasalardı eshab-ı kiram olurlardı. İnkâr edenler, reddedenler, o zaman yaşasalardı Ebu Cehil gibi olurlardı.
Tekrar edeyim ki, ölün yitin sürünün ama, sakın bu belaya düşmeyin.
Bizden ne öğrendin? Mürşid-i kâmilin birisi, bir talebesine sorar:
- Evladım, kaç senedir bizi tanıyorsun?
- 22 senedir efendim.
- Bu kadar zamanda bizden ne öğrendin?
- Üç şey öğrendim efendim.
- Nedir onlar?
- Birincisi, efendim demiştiniz ki: (Yaptığın işin, söylediğin sözün hesabını ver. Kime? Kim soruyorsa. Âmirine ver, insanlara ver, kanunlara ver, vicdanına ver, dinine ver. Bu hesap bir gün nasıl olsa sorulacak sana. Ona göre hareket et, ona göre konuş.) Bunu kendime prensip edindim ve uygulamaya çalışıyorum.
- İkincisi ne?
- Yine demiştiniz ki:(Akılla mantıkla din olmaz. Olsaydı Peygamberlere, kitaplara lüzum kalmazdı. Dinimiz nakil dinidir. Allahü teâlâ ne bildirmişse, Peygamber efendimiz nasıl açıklayıp ne bildirmişse, mezhep imamlarımız, ehl-i sünnet âlimleri bunları nasıl sistemleştirip, herkesin anlayacağı şekilde nasıl nakletmişse, öylece inanıp tâbi olmak lazım. Yoksa insan felaketten kurtulamaz. Müctehidlerin farklı ictihadları rahmettir, bunu Peygamber efendimiz buyuruyor. Allahü teâlâ böyle olmasını murad etmiştir. Yoksa tek hüküm bildirirdi, o zaman Müslümanların işi zor olurdu, yapamayanlar harama veya küfre düşebilirlerdi. Bu kolaylık, bir ihsan-ı ilâhidir.) Bunun böyle olduğunu bizzat yakînen yaşadım ve aklımı attım, rahat ettim.
- Üçüncüsü ne evladım?
- Yine demiştiniz ki: (İnsanların en alçağı, büyükleri kendisi gibi zannedendir. Büyükler, Peygamber efendimizin vârisleridir. Ana karnında şaki olanlar, büyüklere dil uzatır. Said olanlar ise ne kadar günahkâr olsa bile, onlara dil uzatmazlar. Allahü teâlânın rızası, onların iki dudağı arasındadır. Büyüklerin münkirleri, Peygamber efendimizin zamanında yaşasalardı, Onu da inkâr ederlerdi. Sevip tâbi olanları o zaman yaşasalardı, eshab-ı kiram olurlardı. Çünkü yol aynıdır. Allahü teâlâdan gelen nimetlerin şartı yoktur, dinli dinsiz, istesin istemesin herkese gelir. Ancak Peygamber efendimizden gelen nimetlerin iki şartı vardır, birincisi Onu tasdik etmek, ikincisi Onu sevmektir. Gelen nimetlerin derecesi bu sevgiye bağlıdır. Bu, Resulullah efendimizin sağlığında böyle idi. Vefatından sonra ne oldu? Ne olduğunu bizzat kendisi bildiriyor: (Kalbimde ne varsa, kardeşim Ebu Bekrin kalbine akıttım) buyuruyor. Bu emanetler silsile yoluyla vârislerindedir. Sevmenin ve inkârın nereye gittiğini unutmamak lazım. Sevmek itaat demektir, tam yapamasa bile boyun büküp, kusurunu kabul etmektir.)
İşte hocam, bu üç şey, bana çok tesir etti, inandım, uygulamaya çalışıyorum, çok rahat ettim.
- Bu üç şeyden başka bir şey öğrenmedin mi? Mesela Ehl-i sünnet itikadı, namaz, oruç, bid’atin zararı gibi hususları öğrenmedin mi?
- Evet hocam onların hepsini öğrendim ama, bu üçü beni etkilediği için, bunları saydım.
- Maşallah, bu hâl üzere devam edersen umduklarına kavuşur, korktuklarından emin olursun.
Kulluk böyle olur Bölgesinde sevilen sayılan bir mürşid-i kâmilin yüzlerce talebesi vardı, onları yetiştiriyordu. Talebelerinden bazıları evliyalık makamında yükselip, Levh-i Mahfuzu görmeye başlamışlardı. Tuhaf olan, Levh-i Mahfuzu gören talebe, bu mürşid-i kâmilden bir bahane ile uzaklaşıyordu. O mübarek zat da onlara hiçbir şey demiyordu. [İnsanların başına gelecek olaylar, doğacakları, ölecekleri ve ne iş yapacakları gibi bütün bilgiler, Levh-i Mahfuz denilen bir kitaptadır.]
Kalan talebelerden birisi de bu makama yükselmiş, Levh-i Mahfuzu görmeye başlamıştı, ama hocasını terk etmedi. Ancak eski neşesi gitmiş, hep üzüntülü duruyordu. Bir gün hocasıyla yalnızken, hocası, üzüntüsünün sebebini sordu. Talebe sustu. Bunun üzerine hocası, (Bazı arkadaşların bizi terk etti, sen niye terk etmedin?) diye sordu. Talebe yine sustu. Hocası, (O arkadaşlarının bizi neden terk ettiklerini biliyor musun?) diye sordu. Talebe yine cevap vermedi. Hocası, (Bak evladım, ahde vefa gösterip terk etmediğin için sana anlatayım) diyerek şunları söyledi:
(O arkadaşların ve sen, Allahü teâlânın izni ve ihsanıyla evliyalık yolunda epey mesafe kat ettiniz. Levh-i Mahfuzu görür hâle geldiniz. O arkadaşların Levh-i Mahfuza bakınca benim Cehennemlik olduğumu gördüler, o yüzden bir şey de demeyip benden kaçtılar. Yavrum, sizin bir sefer gördüğünüzü ben kırk yıldır görüyorum. Ama ne yapayım? Yüce Rabbim öyle takdir buyurmuş. Ben Ona ve âlemlere rahmet olarak gönderdiği sevgili Peygamber efendimize iman ettim, O ne getirmişse hepsine inandım, hepsini beğendim, kabul ettim. Emredilenleri yapıyor, yasak edilenlerden kaçıyorum. Bana düşen bu, iman etmek, vazifelerimi yapmak. Rabbim dilerse kabul eder, dilerse kabul etmez. Bize düşen, iradelerimizi Onun iradesine uydurmak, kulluk böyle olur, kul isek böyle olmalıyız. Takdir Rabbimizindir.)
Sonra ağlamaya başladı. Talebesi de ağlıyordu. Epey bir zaman ağlaştılar.
Talebenin birden yüzü değişti, (Hocam, hocam, bakın bakın, Levh-i Mahfuza bakın, isminiz yer değiştirdi, Cennetlikler kısmına geçti) diye sevinçle bağırdı. Hocası, gözyaşlarını silip bakınca aynı şeyi gördü, (Elhamdülillah) diyerek, şükür secdesine gitti.
Sorması iman alametidir Bir âlime talebeleri sorarlar:
Efendim, bir insan fasık olsa, üzerinde çok kul hakkı olsa, çok haram yemiş olsa, bunları değil de, bir müstehabı ısrarla sorsa ne yapılır, bunun hâli neye benzer?
Evliya zat buyurur ki:
Elbette sualine cevap verilir. Sorması, öğrenmeye çalışması iman alametidir. Müslüman günah işlemekle dinden çıkmaz, günahı kabul etmemekle dinden çıkar. Bu suali sorduğu zaman değil de, yani o anda neyi öğrenmek istiyorsa ona cevap vermeli, şu hâline bak, neyi soruyorsun dememeli, başka bir zaman ona dinin emir ve yasaklarını tatlı dil ile tebliğ etmeli.
O andaki hâli, köpeklerin hâline benzer. Köpek, önüne bir pislik gelse, hatta tuvalete girse, doyuncaya kadar yer, her tarafı pislik içinde kalır. Çişini yaparken de idrar üzerine sıçramasın diye ayağını kaldırır.
Ancak bu misali sizin için verdim. Kendinizi bir şey zannedip, insanları hakir görün diye vermedim. Kendini uyuz köpekten üstün gören Allahü teâlâya kavuşamaz. Haramların, kötülüklerin birini bile terk etmek iyidir. Ötekilerin terk edilmesine sebep olabilir. İyilikler de bunun gibidir, hiçbirini küçük görmemeli, Allahü teâlânın hoşuna gider, her iyiliği ihsan edebilir. Bir Müslümanı eksik ve kusurlarından değil, iyiliklerinden tutup, kurtarmaya çalışmalı.
Büyükler size ne öğretti Hep hocasından anlatan bir talebeye sorarlar:
- Hep büyükler diyorsunuz, büyükler şöyle iyidir, şöyle üstündür diyorsunuz. Allah aşkına onlar size ne öğretti?
- Şunu öğretti: Sizin önünüzde 73 tane birbirinin şekil, ağırlık, renk olarak aynısı altın kap olsa ve deseler ki bunlardan 72'si sahte fakat bir tanesi gerçek ve siz bu gerçek olanı ilk denemenizde, hatasız olarak bulacaksınız. İşte büyükler bize, o ilk denemede onca kap arasından doğru olanı bulmayı öğretti!
- Herkes kendi altınını doğru biliyor, ne malum sizinkinin doğru olduğu?
- Bu noktada şu düstur işin içine girer: İslam, akıl değil, nakil dinidir. O doğru cevabı hocamıza hocası, ona da hocası, ona da onun hocası olmak üzere Resulullah efendimize kadar uzanan Silsile-i Zeheb (Altın silsile) ulaştırmaktadır. Bu noktada kimse, kendiliğinden bir şey diyemez.
Büyüklerin en gücüne giden şey Evliya bir zata talebelerinden birisi sorar:
- Efendim, Büyüklerin en gücüne giden şey nedir?
- Hocasından devraldığı emanetin nasıl kullanılacağının ona öğretilmeye kalkışılmasıdır.
Talebe tekrar sorar:
- Sanki hocası ehli olmayana vazife vermiş gibi mi oluyor bu? Büyüklerin beğendiğini beğenmemek gibi mi oluyor?
- Evet, öyle oluyor. Büyüklere akıl vermek hem yanlıştır hem de çok çirkindir. Akıl verilmesi, hocan seni seçmekle yanlış yapmış demektir. Halbuki, eğer iddiası âlimlikse, o ondan daha âlim ki onu seçmişler. Eğer iddiası dervişlik ise, o ondan daha derviş ki onu seçmişler. Geriye bir şey kalmaz, kalan sadece nefsi ve bedbahtlığıdır. İnsan vasıtaya binmekte inmekte serbesttir, ama gemide olan kaptanın işine karışamaz.
Evliyanın derecesini bilemeyiz Bağdat’a uzak bir yerde yaşayan bir talebe, Halid-i Bağdadi hazretlerini çok seven, hep ondan anlatan hocasına gelip der ki:
- Efendim, evdeki kitaplığımda büyüklerimizin kitapları var. Mesela İmam-ı Rabbani hazretlerinin ve oğlu Muhammed Masum hazretlerinin Mektubatı var, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin İtikadname kitabı var. Bunları dizerken veya okuyup birbirinin üstüne koyarken, İmam-ı Rabbani efendimiz daha büyük diye önce Mektubatı üste koyuyorum, sonra oğlunun Mektubatını koyuyorum ondan sonra da Mevlana Halid-i Bağdadi efendimizin kitabını koyuyorum. Ama bunu yaptıktan sonra bana bir sıkıntı, bir üzüntü geliyor, anlatılır gibi değil. Gerçi hep edeple yapıyorum, ama bu sıkıntının sebebini anlamadım, onu arz etmek istemiştim.
- Evladım, yaptığın ve yaşadığın basit bir şey değil, arkadaşlarını topla, yatsıdan sonra izah etmeye çalışayım.
O gün yatsı namazından sonra hocaları, bugün bana şöyle bir sual soruldu, onu size izah edeyim der ve anlatır:
- Allahü teâlâdan gelen rahmete, ihsanlara kavuşmanın hiçbir şartı yoktur. Her an her kuluna gelir. O kul dinli olsun dinsiz olsun, bilsin bilmesin, istesin istemesin, fark etmez. Rahmet-i ilahi her kuluna her an gelir. Ancak, Peygamber efendimizden gelen nimetlerin şartı vardır, herkese gelmez. Bu iki şart kimde varsa ona gelir.
Bu şartlardan birincisi, Onu tasdik etmektir, yani bu zat Peygamberdir, son Peygamberdir, ben buna iman ettim, inandım, getirdiklerini kabul ettim, beğendim demektir. Peygamber efendimizden gelen nimetlerin vasıtası kalblerdir. Nasıl ki elektrik kablo ile gelir, yani vasıtası kablodur, nasıl ki su boruyla gelir, vasıtası borudur, Peygamber efendimizden gelen nimetlerin vasıtası da kalblerdir. Bu tasdik olunca, bizim bilmediğimiz görmediğimiz anlamadığımız şekilde, o şahıs ile Peygamber efendimizin mübarek kalbi arasında hat kurulur.
İkinci şart ise, Onu yani Peygamber efendimizi çok sevmektir. Gelen nimetlerin derecesi bu sevgiye bağlıdır.
Bu Peygamber efendimizin zamanında, yani O hayatta iken böyle idi, vefat ettikten sonra ne oldu? Bunu Peygamber efendimiz bildiriyor: (Kalbimde ne varsa, kardeşim Ebu Bekrin kalbine akıttım.) Yani, Peygamber efendimizin vefatından sonra, Ondan gelecek nimetler artık Hazret-i Ebu Bekir’den gelecektir. Ondan sonra Selman-ı Farisi hazretlerinden. Bu silsile yoluyla devam ediyor, yani silsile-i aliyye büyüklerinden. Bu büyükleri inkâr eden, bu nimetlere kavuşamaz.
Silsile-i aliyye büyükleri birbiri ile mukayese edilmez. Peygamber efendimizin mübarek kalbindeki emanetlerin hepsi, nakledilerek bu büyüklere geçer. Büyükleri mukayese etmeye kalkmak, cahillerin, ahmakların işidir. Bu iş, ihtiyar genç işi değildir, tecrübeli tecrübesiz işi değildir. Bu Peygamber efendimizin mübarek kalbindeki o ilahi emanetlerin verilme işidir. Kime verilirse sultan odur, vâris odur, yetkili odur. Bu iş ilim medrese işi de değildir, öyle olsaydı Ehl-i sünnetin reisi, dörtte üçünün sahibi, dörtte birinin de ortağı imam-ı a’zam hazretleri, Cafer-i Sadık hazretlerine talebe olmaz, bu talebe olduğu iki seneyi kastederek, (Ömrümün son iki senesi olmasaydı, Numan helak olurdu) buyurmazdı. Medrese, tedrisat diye tutturan ahmaklar, imam-ı a’zam hazretlerinin ilim derecesine ulaşabilirler mi? Makamına yaklaşabilirler mi? Hiç mümkün değil. Halbuki o büyük imamımız, yolunda yani mezhebinde olmakla şeref duyduğumuz, hadis-i şerifte (O, ümmetimin ışığıdır) diye methedilen imam-ı a’zam efendimiz, o zamanın silsile-i aliyye büyüğü Cafer-i Sadık hazretlerine talebe olmuştur. Hâşâ boşu boşuna, (Bu iki sene olmasaydı helak olurdum) buyurmadı. Demek ki işin içinde bizim bilmediğimiz anlamadığımız şeyler var.
Bu büyükleri ölçmek, hâşâ bu büyük, bu küçük diye ayırmak bize düşmez, kimseye düşmez. Biz tek şunu biliyoruz, o da, bildirildiği için biliyoruz, hepsinin kalbinde, Peygamber efendimizin mübarek kalbindeki emanetler vardı, başkasını, daha fazlasını bilmeyiz. Büyüklerin meydanında küçüklerin işi ne, hele hele yine onlardan, onların kıymetli kitaplarından öğrendiğimiz birkaç kelimeyi ezberleyip de kendisini bir şey zanneden bizim gibi ahmakların işi ne. Bu din edep dinidir, haddini bilme dinidir. Edep, haddini bilmektir. Herkes haddini bilmelidir.
Şimdi zamanın büyüğü Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleridir. Biz dinimizi ondan öğrendik. Bu büyükleri bize o tanıttı, o sevdirdi. O mübarek zatların kitaplarını tercüme edip, açıklayıp bize vermişse, bu kitapları okuyun, evinizde sadece bunları bulundurun demişse, artık o kitaplar bizim için Mevlana Halid-i Bağdadi efendimizin kitabı olmuş olur. Böyle olunca da, hocamızın kitapları arasında da ayırım yapmamız yani bu kitabı iyi, bu kitabı daha kıymetli, bu kitabın kıymeti az gibi ayırım yapıp üst üste koymak ayrı bir edepsizlik ve suç olur. İmam-ı Rabbani hazretlerine giden yol da, Muhammed Masum hazretlerine giden yol da, bütün büyüklere giden yol da, şimdi, Mevlana Halid-i Bağdadi efendimizin mübarek kalbinden geçer. Bu kalbden geçmeyen imam-ı Rabbani hazretlerine ve diğer büyüklere kavuşamaz, istifade edemez, onlardan zırnık alamaz. Alamadığı gibi suç işlemiş olur. O andaki yetkiliyi kabul etmemiş olur, kusurlu görmüş olur, eksik görmüş olur. Niyetine göre felakete gider yani. Halbuki vârise ne yapsan, Peygamber efendimize gider, yol aynı çünkü. Allahü teâlâ bu hâle düşmekten bizleri ve bütün Müslümanları muhafaza etsin. Âmin.
Sultanım, iki müridim var Hacı Bayram-ı Veli hazretleri, Sultan II. Murad'ın saygı duyduğu evliyalardandı. Hükümdarın Hacı Bayram'a saygısı o derece büyüktü ki ona mürid olanlardan ilim ve hizmetle uğraşsınlar diye vergi almıyordu. Ama gelin görün ki bütün Ankara halkı Hacı Bayram'ın müridi olduğunu iddia etmeye başladı. Kimden vergi istense "Ben Hacı Bayram'ın müridiyim" deyip işin içinden sıyrılıyordu. Bu durum hükümdara yansıtıldı. Hükümdar Hacı Bayram'a bir mektup gönderip, (Gerçek müridlerinizin sayısını bana bildiriniz, sizin bildirdiğiniz herkes vergiden muaf tutulmak üzere kabulümdür) dedi.
Hacı Bayram-ı Veli hazretleri, kendisine bağlılığın kötüye kullanılmasından üzüldü. Bütün müridlerim falan gün falan yerde toplanınız diye haber saldı.
O gün hemen bütün Ankara halkı bu davete uyarak bildirilen yere akın ettiler. Hacı Bayram hazretleri bir tepeciğe kurdurduğu çadırdan çıkarak kalabalığa sordu:
- Beni seviyor musunuz? Benim yolumda canınızı verir misiniz?
Kalabalık hep bir ağızdan karşılık verdi:
- Elbette seviyoruz. Canımız senin yoluna feda olsun...
Hacı Bayram bunun üzerine, (Bugün bana inananları şu çadırın içinde birer birer kurban edeceğim. Sıraya girip herkes gelsin) dedi. Kalabalıktan bir kişi çıktı. Hacı Bayram onu çadıra aldı. Çadırda önceden hazırlattığı koyunlardan birini kestirerek, kanını çadırdan dışarıya akıttırdı. Dışarıdakiler adamın gerçekten kurban edildiğini sanarak ürperdiler. Hacı Bayram dışarı çıktı, (Bir kişi daha gelsin) dedi. Bir hanım ileri çıktı. O da içeri girince diğerleri çil yavrusu gibi dağıldı, kimse kalmadı.
Hacı Bayram-ı Veli hükümdara cevap yazdı:
(Sultanım, vergiden affedilmek üzere gerçek müridlerimi sormuştunuz. Biri erkek diğeri kadın olmak üzere, iki müridim var.)
Böyle ucuz saltanat bize lazım değil Laleli Camiini, 1757-1774 yılları arasında padişah olan Sultan 3.Mustafa han yaptırmıştır. Sultan, bu camii yaptırırken çevrede Laleli Baba namında evliya bir zatın yaşadığını öğrendi. İçinde bu zatla görüşmek, söz ve sohbetinden yararlanmak arzusu doğdu. Cami inşaatını denetlemeye geldiği bir gün Laleli Baba ile görüşmek istediğini bildirdi. Laleli Baba'ya padişahın kendisini ziyaret etmek istediği haberi ulaştırıldı, o da buyur etti. Padişah Laleli Baba'nın sohbetinden gerçekten memnun kaldı. İçinde Laleli Baba ile daha sık görüşme arzusu uyandı. Ayrılacağı sırada bir soru sordu:
- Efendi hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba?
Laleli Baba cevap verdi:
- Bu dünyada en değerli şey yiyip içtikten sonra sıkıntısız biçimde def-i hacetini yapabilmektir.
Hükümdar bu cevaptan pek hoşnut olmadı. Başından beri hikmetli konuşmalarıyla herkesi etkileyen bir zata bu cevabı pek yakıştıramadı. Hatta bu cevabı biraz kaba bile buldu. Bundan sonra bir şey konuşulmadı, hükümdar maiyetiyle beraber saraya döndü. Padişahın kalben yaptığı bu itiraz Laleli Baba’ya malum oldu, (Yakında görürüz, demek illâ yaşaman lazım) anlamında tebessüm etti.
Ziyaretin ertesi günü padişah şiddetli bir kabızlığa yakalandı. Bir türlü kurtulamıyordu. Sarayın bütün ilgilileri ve hekimbaşı seferber oldular, bilinen bütün ilaçları uyguladılar, fayda etmedi. Padişah kıvranıyordu. Nihayet hatasını anladı, bu hâlin Şeyhin sözüne itirazdan dolayı başına geldiğini anladı. Derhal adamları ile şeyhin yanına gitti. Hata ettiğini söyleyip, kendisini affetmesini rica etti.
Şeyh, "Karşılık olarak ne vereceksiniz?" dedi. "Senin bölgende yaptırdığım o camii sana hibe edeceğim", "Yetmez" dedi Şeyh. Sultan Mustafa daha bir çok şeyler ekledi, Şeyh, “Bunlar yetmez” diyordu. En sonunda, "Seni affederim, bu halden de kurtulursun ama, karşılığında saltanatı [hükümdarlığı] isterim, yoksa kendin bilirsin" dedi.
Padişah kem küm etti ama çaresi yoktu, bir an önce kurtulmak istiyordu, “O da senin olsun" dedi.
Şeyh dua etti, sırtını sıvazladı, "Haydi git Allah'ın izniyle kurtulacaksın" dedi. Padişah gerçekten kurtuldu ve çok rahatladı. Fakat saltanat da elden gitmişti. Rahatladı ya, yine daha kötüsü başına gelebilirdi. Saltanatı teslim etmek üzere adamları ile geldi.
Laleli Baba sultanın haline bakıp dedi ki:
"Bir saltanat ki bir def-i hacete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize lazım değil, al yine senin olsun. Bize sadece caminin adı yeter."
Söyle de sinekler üzerinden gitsinler İmam-ı Şarani hazretleri, Hükümdar Kayıtbay’ın ziyaretine gider. Sohbet esnasında, hükümdarın üzerine sinekler konar. Bunun üzerine, Kayıtbay’a, (Sen bu ülkenin sultanısın, söyle de sinekler üzerinden gitsinler) der. Kayıtbay, (Ben insanların hükümdarıyım, diğer canlılara hükmedemem, beni dinlemezler) der. Bunun üzerine Şarani hazretleri sineklere, (Haydi tek sıra halinde uzaklaşın) der. Sinekler, tek sıra halinde, sultanın üzerinde bir tur attıktan sonra uzaklaşırlar. Bunun üzerine, Kayıtbay, (Sizi tanıyan bir çöpçü, sizi tanımayan bin padişahtan daha iyidir) der.
Bizi mecbur ettin Seyyid Muhammed Behaeddin-i Buhari hazretleri, uzak bir köydeki bir seveninin daveti üzerine ona misafir olmuştu. Gece evde otururlarken ev sahibine, (Git kapıya bak, bakalım orada bekleyen kim?) buyurdu.
Ev sahibi dışarı çıkıp baktığında köy halkından Yusuf isimli birisinin kapıda beklediğini gördü. Yusuf, sohbete katılmak için izin istiyordu. (Gelsin bakalım) buyurulunca içeri girdi.
Yusuf’un elinde bir tabak armut vardı. Armudu edeple Nakşibend hazretlerinin önüne koydu. O mübarek, ev sahibinden geniş bir tabak getirmesini istedi. Tabak getirilince de armutları geniş tabağın içine boşalttı. Daha sonra eliyle armudu karıştırıp birini çıkardı, Yusuf’a verdi, geri kalan armutları ise taksim etmelerini emir buyurarak, “Kimse elindeki armudu yemesin” dedi.
Yusuf’a armutları nereden aldığını sordu. Yusuf da armudu aldığı yeri söyleyince, (Getirdiğin armut üzerindeki şüphemiz nedendir bilir misin?) diye sordu. Yusuf dedi ki:
(Efendim bana köyümüze veli bir zatın geldiğini söylediler. Ben de sizi imtihan etmek için bir kilo armut aldım ve armutlardan birini işaretledim. Eğer veli bir kimse ise benim işaretlediğim armudu bulur diye düşünüyordum.)
Nakşibend hazretleri, (Bak öyleyse bakalım elindeki armut işaretlediğin armut mudur?) buyurunca Yusuf baktı ki, hakikaten kendisine verdiği armut, yolda işaret yaptığı armuttur. (Evet efendim, işaretlediğim armut bu) dedi.
Nakşibend hazretleri bunun üzerine buyurdu ki:
(Bizi mecbur ettin Yusuf, armudu keramet göstermek için değil, senin bizden uzaklaşmaman için seçip sana verdik. Eğer biz bunu bilip sana vermeseydik sen bizim hakkımızda kötü düşünür ve çok zarara uğrardın, bizim yüzümüzden kimsenin zarara uğramasını istemeyiz. Cenab-ı Allah'ın velilerini imtihan etmeye kalkışmak iyi bir insana yakışmaz. Bizi tanıyarak bu imtihanı yapmak isteseydin helak olurdun, tanımadığın için affedildin yoksa hocasını imtihan eden melundur.)
Yaptığı hatadan dolayı pişman olan Yusuf, özür dileyerek kusurunun affını istedi ve ondan sonra talebelerinin arasına o da katıldı.