ARA
Şuan buradasınız: Menkıbeler Benim sonum ne olacak
SORULARLA İSLAMİYET / SESLİ
Ali Bekka hazretleri çok ağlardı. Öyle ki, gözyaşı tuzlu olduğu için yüzünde aktığı yerde iz bırakmıştı, yani devamlı aktığı için geçtiği yerleri kısmen çürütmüştü. Bu yüzden kendisine “Bekka” yani “çok ağlayan” lakabı verilmişti. Ancak böyle ağlamasının sebebini kimse bilmiyordu. Bir gün sevenleri çok ısrar etti, yalvarıp yakardılar, bu ağlamanın sebebini sordular, o da sonunda şöyle anlattı:

Seneler önce, aç ve susuz kalarak harikulade hallere sahip olan bir arkadaşım vardı. Bir defasında ikimiz birlikte tayyi mekan ile Bağdat’tan çok uzaktaki şehre bir anda gittik. Orada bana, (Ali, falan tarihte benim evimde ol, vefat ederken, sen yanımda bulun) dedi, (Sakın ihmal etme, bu sana vasiyetimdir) diye de sözüne ekledi. Sonra işimizi görüp, yine tayyi mekan ile Bağdat’a döndük.

Aylar sonra bu sözü hatırıma geldi, dediği gün evine gittim, ölüm döşeğinde idi. Son anlarını yaşıyor ve can çekişiyordu. Ama yüzü doğu tarafına dönmüştü. Tutup kıbleye çevirdim. Tekrar doğuya döndü. Yine kıbleye çevirdim. Yine doğuya döndü. Bu arada gözlerini açıp bana dedi ki, (Ali, hiç uğraşma, benim İslam’dan nasibim kalmadı, ben bu tarafa dönmüş olarak öleceğim!) Sonra, Hıristiyan ruhbanlarının söylediği küfür olan, imanı gideren sözler söylemeye başladı. Din-i İslam’dan çıktı. Nihayet imansız öldü. Bunu duyanlar cenazesini dışarıya attılar. Olay duyulunca cesedin etrafını kalabalık sardı, kızanlar, sövüp sayanlar, bizim sonumuz ne olacak diye de ağlayanlar vardı.

Ben de aldım başımı köyden dışarı çıktım, yürüyüp giderken, benim sonum ne olacak diye hem ağlıyor hem tevbe ediyordum. Saatlerce yürüdüm. Epey uzaklarda bir Hıristiyan köyü vardı, oraya kadar gelmişim. Ortada bir cenaze, köylü etrafında toplanmış. Sövüp sayıyorlar. Beni görünce, (Ali hoca, Ali hoca, gel gel) dediler. Ben de yanlarına yaklaştım. Hışımla yerdeki cenazeyi göstererek, (Bu var ya bu, bizim dinimizi reddetti, sizin din üzere öldü, sizin söylediğiniz sözleri [kelime-i şehadeti] söyleyerek, ben Müslüman olarak dünyadan ayrılıyorum diyerek öldü. Biz de bu ölüyü ne yapalım, yakalım mı diye düşünüyorduk) dediler. Ben de, (Ne güzel, hak din üzere öldü, bunda kızacak ne var) dediysem de, iyice köpürdüler, (Bu bizim ruhbandı, bize hainlik etti, sonunda dinimizi reddetti, bâtıl yolda olduğumuzu söyledi, “Gelin siz de Müslüman olun, kâfirlikte kalmayın” gibi bize sonunda hakaretler etti) dediler.

Onlara dedim ki, ileride benim bildiğim bir köyde, biraz önce sizin dininiz üzere ölen birisi var. Onun da cenazesi ortada kaldı. Bu iki cenazeyi değişelim mi?

Hemen değişelim dediler. Bunun üzerine, cenazeleri değiştik. Onlar onu kiliselerinin yanındaki kendi mezarlıklarına gömdüler. Biz de bizimkini alıp, yıkayıp kefenleyip, cenaze namazını kıldık, bizim mezarlığa defnettik.

İşte bu olay üzerine senelerdir ağlıyorum, son nefeste benim halim ne olacak diye hep korku içindeyim. Ağlayışımın sebebi budur. Son nefeste şeytanın hilesi çoktur, bu hileden kurtulmak çok zordur. Ahmed bin Hanbel hazretleri vefat ederken eliyle işaret edip, hayır olmaz dedi. Oğlu, (Babacığım bu ne hâldir?) dedi. (Şeytan, benim elimde can ver diyor, ben de "Hayır olmaz! hayır olmaz!" diyorum) dedi. (Bir nefes kalıncaya kadar tehlike vardır. Şeytanın aldatmasından emin olmak yoktur, ama hocası sağlam olanın kurtuluş ümidi çoktur) buyurdu.


Talep edene hizmetçi ol
Gece yarısından sonra, Hazret-i Mevlana’nın dergahının kapısı çalınır. Talebeleri açar. Sarhoş bir genç, (Ben Üstad Mevlana’yı görüp, elini öpüp duasını alacağım) der. Talebeler kovsalar da, o gitmez, (Duasını almadan asla gitmem) diye diretir. Talebeler ne yaptılarsa oradan uzaklaştıramazlar.

Gürültüye Hazret-i Mevlana uyanır, (Ne var, ne bu gürültü?) diye sorar. Talebeleri, Efendim, sarhoş bir genç, duanızı almadan gitmeyeceğini söylüyor derler.

Hazret-i Mevlana talebelerine, (O, sarhoş kafayla bu saatte bizi bulabilmiş, siz ayık kafayla içeri alamıyorsunuz. Belki samimidir, niye kovuyorsunuz? Talep edeni, ihlasla arayanı kovma yetkimiz yok ki. Ateşten çıkıp gelene, dön tekrar ateşe demeye hakkımız var mı? Bırakın gelsin yanıma) buyurur.

Mevlana hazretlerinin bu sözlerini duyan genç gelir ve ağlayarak, (Hocam benim gibi sarhoş, edepsiz birisi için, talebelerinize sitem etmenize gönlüm razı olmadı. Beni de talebeliğe kabul buyurmaz mısınız? O talebelerin ve sizin hizmetinizde olmakla şereflenmek istiyorum) der.

Hazret-i Mevlana gencin gözyaşlarını silip der ki:
Evladım hoş geldin aramıza, kimin ne zaman ne olacağı belli olmaz, hangi vesile ile kavuşacağı belli olmaz. Allahü teâlâ âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber efendimize, "Beni talep edene hizmetçi ol" diye emrediyor. Bu yüzden talep edenin haline vaktine saatine bakılmaz, talebine bakılır. Sen bizi Allah için sevip bulmuşsun. Gerçekte talebin biz değil, Allah sevgisine kavuşmaktır. Buna engel olmaya kimsenin hakkı olmaz. Talebelere sitem edişim bu yüzden idi.


Gidin kendinizi ayıplayın
Cehennemde şeytanın yakasına yapışarak şöyle diyecekler:
- Senin yüzünden geldik buraya ey melun.
- Bir dakika bir dakika, siz dünyada beni gördünüz mü?
- Görmedik.
- Sesimi duydunuz mu?
- Duymadık.
- Peki siz dünyada hiç dinden bahseden insan, hoca vs, görmediniz mi?
- Gördük.
- Siz hiç din kitabı okumadınız mı?
- Okuduk.
- Siz hiç dinden bahseden, nasihat eden duymadınız mı?
- Duyduk.
- Yani siz şimdi gördüğünüze ve duyduğunuza değil de, görmediğinize ve duymadığınıza tâbi olup buraya geldiniz ha! Siz gidin kendinizi ayıplayın, siz gidin sizi bu hâle düşüren arkadaşınızı bulun. Benimki sadece vesveseden ibaretti. Siz gerçeklere değil de vesveseye itibar ettiniz.


Baytar vazifesini yapmış
Gözü ağrıyan ahmak birisi, baytara (veterinere) gidip ilaç ister. Baytar, (Bende hayvanlara kullanılan ilaç vardır) der. Ahmak adam, (Olsun ondan sür) der. Baytar, hayvanlara sürdüğü ilaçtan onun gözüne de sürer. Adam kör olur. Bunun üzerine baytarı mahkemeye verir. Olayı dinleyen kadı, (Baytar vazifesini yapmış, cezalandırılması, tazminat ödemesi gerekmez) diye hüküm verir. Çünkü bu adam hayvan olmasaydı baytara gitmezdi.


Allahü teâlâ seni her an görüyor
Bir gün askerler bir mahkumu meydana çıkarırlar. Suçu ağır olmalı ki çok kırbaç vururlar, derileri yarılır. Etlerinden kan sızmaya başlar. Lakin genç bir kere bile sesini çıkarmaz. Muhafızlar dinlenmek için bir kenara çekilirler. Bu arada kalabalığın arasında meydanda olan Bişr-i Hafi hazretleri gence yaklaşıp sorar:
- Tahammülüne hayran kaldım.
- Nasıl ağlayıp bağırabilirim ki, kalabalığın içinde sevdiğim kız var ve şu an beni görüyor.
- İyi ama Allahü teâlâ seni her an görüyor. Onun edebini gözetmeyi hiç düşünmedin mi? Allahü teâlâ yarın ahirette, (Fazlasını istemiyorum ey kulum, sadece o kız için gösterdiğin gayreti, sabrı, edebi, aşkı, benim dinim için, benim rızam için niye göstermedin?) dese ne cevap vereceksin?

Genç öyle bir (Allah) der ki kendinden geçer. O kadar kırbaca direnen vücut bu ilahi aşka, bu Rabbinden utanma duygusuna takat getiremez. Muhafızlar yanına koştuğunda çoktan can vermiştir.


Benimle kerpiç yaptılar
Bir zengin öldü. Bir köşk ile iki oğlu kaldı. Köşkü taksimde anlaşamadılar. Duvardan bir ses geldi: (Benim için birbirinize düşman olmayınız. Ben bir padişah idim. Çok yaşadım. Mezarda yüz otuz sene kaldım. Sonra, toprağımla çanak çömlek yaptılar. Kırk sene evlerde kullandılar. Kırıldım. Sokağa atıldım. Sonra, benimle kerpiç yaptılar. Bu duvarın inşasında kullandılar. Birbirinizle dövüşmeyiniz. Siz de, benim gibi olacaksınız) dedi.


Beybaba biraz geç olmadı mı?
Hasan-ı Basri hazretlerine 90 lık bir ihtiyar gelir, ben tevbe edip doğru yola girmek istiyorum der, O mübarek zat da latife yapmak ister, (Beybaba, biraz geç olmadı mı?) der. İhtiyar, (Neresi geç ki, ölmeden geldim ya) der. O zaman Hasan-ı Basri hazretleri, (Doğru söyledin, ölmeden önce gelen, zamanında gelmiş olur) der.


Eski bir çorabı bile götüremedim
Adamın biri oğluna; (Senden iki isteğim var, birincisi, öldüğüm zaman ayağımın birine eski bir çorap giydirmeyi ihmal etme. İkincisi ise şu ağzı kapalı mektubu beni defnedinceye kadar açma, defnettikten sonra aç oku) diye vasiyette bulundu.

Zaman geldi adam öldü. Kefeni saracağı zaman, oğlu babasının vasiyetini arz ederek, (Babama mutlaka bir eski çorap giydireceğiz) dedi. İmam, (Olmaz, dinimize göre ölü kefenden başka bir şeyle gömülmez) dedi. Çocuk ısrar etti, ama fayda vermedi. Definden sonra oğlu babasının bıraktığı mektubu okumaya başladı:

“Oğlum! Görüyorsun ya, o kadar malım mülküm olduğu halde, bir eski çorabı bile beraber götüremedim. Elbette bir gün sen de benim gibi öleceksin. Sana da birkaç metre kefenden başka bir şey vermeyecekler. Sana bıraktığım malı, iyi harca, sarf edeceğin yerleri iyi seç. Beş vakit namazını ve diğer ibadetlerini sakın aksatma, dinde bildirildiği şekliyle tam yap. Çünkü senin kabre götüreceğin amelinden başka bir şey değildir.”


Bu suya pislik karıştırma
Şibli hazretleri bir gün Hicaza gitmek için yola çıkar, yolu Bağdat’tan geçer. O zamanın halifesi Harun Reşid Şibli hazretlerinin Bağdat’a geldiğini duyar. “Biz mi ziyaretine gelelim yoksa o mu bizim sarayımıza şeref verir?” diye haber gönderir. Şibli hazretleri biz halifenin yanına geliriz der. Ve saraya gider.

Halife, Şibli hazretlerine, “Bana biraz nasihat eder misiniz?” der. Şibli hazretleri de, “Bana bir bardak su getirin” der. Halifeye, “Eğer çölde susuz kalsanız, ölmek üzere olsanız, biri elinde bir bardak su ile çıkıp gelse, dese ki bu bir bardak suyu sana veririm ama servetinin yarısını isterim, verir misin? Halife düşünür ve elbette veririm der.

Şibli hazretleri, “Peki bu suyu içtin, çıkaramıyorsun [vücudundan dışarı çıkmıyor, bir hastalık var], bir doktor gelse, ben o suyu dışarı çıkarırım fakat servetinin diğer yarısını isterim, verir misin?” Harun Reşid düşünür ve elbette veririm der.

Şibli hazretleri, “O halde bir bardak su bile etmeyen servetine güvenme“ der. Halife ağlamaya başlar. Bana bir nasihat daha eder misiniz der.

Şibli hazretleri, “Siz suyun başındasınız, Allahü teâlâ, Peygamber efendimizden beri akıp gelen bu İslamiyet suyunun bekçisi olmayı size nasip etti, bu suya pislik karıştırma, karıştırılmasına da müsaade etme, bid’at karıştırma onu tertemiz olarak koru.”


Kuşun öğüdü
Tamahkârın yakaladığı küçük kuş der ki:
- Beni ne yapacaksın?
- Kesip yiyeceğim.
- Benim bir lokmacık etim, ne karın doyurur, ne de bir derde deva olur. Beni bırakırsan sana üç mühim nasihatte bulunurum.
- Nasihatleri söylersen seni bırakırım.
- Birini elinde iken, ikincisini şu ağaca konunca, üçüncüsünü de karşı tepeye varınca söylerim.
- Peki birincisini söyle!
- Elinden çıkan şeyin hasretini çekme!
- İkincisi ne?

Kuş, ağaca konunca der ki:
- Olmayacak şeye inanma!
- Üçüncü nasihati söyle! Kuş karşı tepeye varınca der ki:
- Sen ne ahmaksın, benim kursağımda ellişer gramlık iki tane inci vardı. Beni kesseydin, bu incilere malik olacaktın.

İnci sözünü duyar duymaz, tamahkâr, hemen oraya yıkılıp kalır. Eyvah diyerek dövünmeye başlar. Sonra der ki:
- Haydi üçüncüsünü söyle!
- Sen iki nasihati hemen unuttun. Üçüncüsünü söylesem ne faydası olacak?
- Söyle belki bunu unutmam.
- (Elden çıkan şeye üzülme) dedim, beni bıraktığına üzüldün, (Olmayacak şeye inanma) dedim. Etimle, kemiğimle, 100 gram gelmezken, kursağımda elli gramlık iki tane inci olduğuna inandın.

- Üçüncü nasihati söylemeyecek misin?
- Ahmağa nasihat kâr etmez. Tamah insanı kör ve sağır eder. Hakikati görmeye mani olur.


Onlar ev de yapacaklar mı?
Nuh aleyhisselam zamanında insanların ömürleri uzunmuş, 800 – 1000 sene yaşarlarmış. Bir kadının oğlu ölür. Kadın çok ağlar. Komşu kadınlardan birisi der ki:
- Niye bu kadar ağlıyorsun, Allahü teâlânın takdiri böyleymiş.
- Elbette öyledir, ben ona ağlamıyorum.
- Ya niye ağlıyorsun?
- Yavrum fazla gün görmedi diye, annelik şefkatiyle ağlıyorum.
- Oğlun kaç yaşındaydı?
- 275 yaşındaydı.
- İyi ama sen buna ağlıyorsun da, ahir zamanda gelecek ümmet ne yapsın, ömürleri 50-60 sene olacak.
- Ciddi mi söylüyorsun?
- Elbette.
- Allah Allah, onlar ev de yapacaklar mı?
- Hem de kaç tane yapacaklarmış.
- Ben onların yerinde olsaydım, çadırımın kazığını bile değişmezdim.


Sakın insanların içine girme
Harun Reşid, Behlül Dânâ’nın kulübesine gelir ve ona insanlardan niye kaçtığını, saraya niçin gelmediğini sorar. Behlül susar. Harun Reşid saraya gelmesi için çok ısrar edince, (Danışmam lazım) der.

Harun Reşid, (Kime istiyorsan danış) der.

Behlül kulübeden çıkar. Bitişikteki helaya yönelir ama girdiği gibi geri gelir. (Danıştım, tavsiye etmiyorlar) der. Harun Reşid şaşırır, (Anlayamadım, kime danıştın, neyi tavsiye etmiyorlar?) diye sorar.

Behlül der ki:
(Heladaki pislikler lisan-ı hâl ile dediler ki: “Sakın insanların içine girme. Bak biz, taze meyveler, has ekmekler ve nefis kebaplar idik. Bir kere insanların içine girdik böyle olduk. Sen, sen ol onlardan uzak dur!”


Desenize akılları da kıt olur
Şit aleyhisselam 1000 sene yaşıyor. 500 yaşındayken diyorlar ki kaldığın yer rahat değil, sana şöyle daha rahat bir yer hazırlayalım. Diyor ki:
- 500 sene ömrüm kalmış, 500 sene için değer mi?
Diyorlar ki: - Ahir zamanda öyle bir ümmet gelir ki ömürleri 50-60 sene olur, ama bir ev yetmez 2,3 hatta köşkleri sarayları olur.
- Yaa, öyle mi, der, o zaman desenize onların ömürleri gibi akılları da kıt olur.


Sana azab-ı ilahi gelir
Adamın biri tek başına yolculuk yaparken, şeytan insan kılığında yanına gelip, arkadaş oldu. Adam öğle namazını, ikindi namazını, akşam namazını ve yatsı namazını kılmadı. Şeytan hayretler içinde kalıyordu. Her seferinde belki vaktin sonunda kılar, belki unuttu kaza eder diye bekledi. Ama olmadı.

Uyuma vakti geldi, adam yatıp uyudu. Sabah oldu, adam sabah namazını da kılmayınca, şeytan adamdan ayrılmak istediğini belirtti. Adam, (Ne güzel yol arkadaşlığı yapıyoruz, seni üzdüm mü? Bir şey yaptıysam söyle) dedi. Şeytan cevap vermedi. Adam ısrar etti, (Yoksa söylemeden bırakmam) dedi.

Şeytan, (Sen benim kim olduğumu biliyor musun?) dedi. Adam, (Sen söyledin ya, filan kimsesin) dedi. Şeytan, (Hayır ben şeytanım. Tam seksen bin sene ibadet ettim. Bu kadar zaman içinde bir kere Allah'a asi oldum ve ondan dolayı da kovuldum. Sen ise bir günde tam beş kere isyan ettin. Belki şimdi sana azab-ı ilahi gelir. Senin yanında olmam hasebiyle ben de azaba uğramaktan korkuyorum) diyerek adamdan uzaklaştı.


Bu kemiği hazineler tartamaz
Halinden çok fakir olduğu anlaşılan bir adam, oltayla balık tutuyordu. Tesadüfen oradan geçmekte olan ülkenin padişahı bu gariban adamla ilgilendi ve ona, "Oltana ben burada iken ilk takılan şey ne olursa sana onun ağırlığınca altın vereceğim" dedi. Biraz sonra oltaya takıla takıla ortası delik bir kemik takıldı. Hükümdar balıkçıya, "Ne yapalım, şansın bu kadar, oltana ağır bir şey takılmadı" diyerek onu da alıp saraya döndüler.

Saraya varınca adamlarına, balıkçıya elindeki kemiğin ağırlığınca altın vermelerini emretti. Kemiği terazinin kefesine koydular, öbür kefesine de altın koymaya başladılar. Beş, on, yirmi, elli diyerek altınları koydular ama kemik yerinden oynamıyordu. Görünüşte dört beş altını zor tartar göründüğü halde, tahminlerin on misli üzerinde altın koydular kemik bana mısın demedi. Altını doldurmaya devam ettiler, terazinin kefesi doldu taştı ama kemik tarafı yerinden kımıldamıyordu.

Bunda bir sır olduğunu anladılar. Âlim bir zat çağırıp bu sırrın ne olduğunu sordular. O mübarek zat kemiği eline alıp şöyle bir baktıktan sonra şu açıklamada bulundu:
"Bu kemik açgözlü bir insanın göz çukurudur. Siz bunu tartmak için bütün hazineyi koysanız yine tartamazsınız, yerinden oynamaz. Çünkü doymaz. Ama bir avuç toprak bunu doyurur."

Nitekim bir avuç toprak alıp terazinin kefesine koydu ve kemik yukarı kalkıverdi.


Taptığınız ayağımın altında
Muhyiddin-i Arabi hazretleri, büyük veli ve müctehid idi. Konya’ya gelip, Sadreddin-i Konevinin üvey babası oldu. Nakil ettiği bilgilerin hepsi, birer vesikadır. Devlet ve mevki sahiplerinden çok hediye gelir, hepsini fakirlere dağıtırdı. Beş yüzden fazla kitap yazdı. Cahiller, buna zındık dedi. İbni Teymiye gibiler kâfir dedi. Âlimler, ârifler ise, veliy-yi kâmil olduğunu anladı.

Muhyiddin-i Arabi hazretleri, Şam'da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır" dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. Rabbimize hâşâ hakaret etti sandılar. Epey kimse aleyhinde konuşmaya başladı. Vefat ettiğinde de Şam halkı, kabrinin üzerine çöp döktü.

Muhyiddin-i Arabi hazretleri bir seferinde, "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddin'in kabri meydana çıkar ve muradı anlaşılır" buyurmuştu.

Osmanlı Sultanı Yavuz Selim Han Şam'a geldiğinde; "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddin'in kabri meydana çıkar" sözünün ne demek olduğunu firasetiyle anladı. [Sin'den murad Selim, Şın'dan murad Şam'dır.] Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırdı.

Ayrıca Muhyiddin-i Arabi'nin vefatından önce ayağını yere vurarak, "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır" buyurduğu yeri tespit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, "Siz, Allahü teâlâya değil de, paraya tapıyorsunuz" demek istediği anlaşıldı.


Bu nasıl tevekküldür
Şakik-i Belhi hazretleri, bir kıtlık senesinde, herkesin kara kara düşündüğü bir ortamda, zengin bir adamın kölesinin neşeden oynadığını gördü. Ona sordu:
- Herkes kıtlıktan, açlıkla karşı karşıya olmaktan inler dururken sen neye güvenerek böyle oynayabiliyorsun?

Köle cevap verdi:

- Benim efendimin 7 tane köyü var, her ihtiyacımızı efendimiz bol bol sağlıyor.

Şakik-i Belhi hazretleri, kıtlıktan muzdarip talebelerine buyurdu ki:

- Kendimize gelelim! Bir köle efendisinin yedi köyüne güveniyor, kendini emniyet içinde hissediyor. Biz dünyadaki bütün köylerin, şehirlerin sahibi ve her canlının rızkına kefil olan Allahü teâlâya bu nasıl tevekkül ki hâlâ rızk endişesi içindeyiz?


Herkesin ceza ve mükafatı verilmiş
Behlül Dânâ, bir gün Harun Reşid'den bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar ağalığını verdi. Behlül hemen işe koyuldu. İlk olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncıya sordu:
“Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?”
Adam her soruya olumsuz cevap verdi.

Behlül bir şey demeden ayrıldı ve bir başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap aldı.

Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid'in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi. Harun Reşid, "Behlül daha demin vazife verdik sana, ne çabuk bıktın?" dedi.

Behlül açıkladı:
“Çarşı pazarın ağası varmış! Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, ceza ve mükafatları verilmiş, bana ihtiyaç kalmamış.”


Kimin rızkını senden biliyorsan
Adamın biri Şeyh Şibli hazretlerine dedi ki:
- Efendim, aile efradım çok fazla, geçim sıkıntısı içindeyim, ne yapmalıyım?
- Hemen eve git, kimin rızkını sana bağlı görüyorsan onu kapı dışarı et, kimin rızkını da Allah'tan biliyorsan o evinde kalsın.


Ya Rabbi imanla ölmemi nasip eyle
Evliyanın büyüklerinden bir zat, hac zamanında insan kılığına girmiş olan İblisi Arafat'ta gördü. Zayıflamış ve benzi solmuş, gözü yaşlı ve kamburu çıkmış, perişan bir haldeydi. Evliya zat, İblisi tanıyıp ona dedi ki:
- Niçin gözün yaşlıdır?
- Ticaret yapmak fikri olmadan, sırf Allah rızası için hac yapmaya gelenlerin, bu arzuları yüzünden diğerlerinin de haclarının Allah tarafından kabul edilmesinden korktum. Onun için ağlıyorum.

- Seni zayıflatan nedir?
- Hacıları getiren atların inlemeden, kişneyerek gelmelerine üzüldüm. Halbuki benim yoluma gidenleri böyle götürselerdi, sevincim çok artardı.

- Peki, benzini solduran nedir?
- Müslümanların ibadetlerine devam etmeleri ve birbirleriyle yardımlaşmalarıdır. Şayet isyanda yardımlaşsalardı, sevincim artardı.

- Seni çökertip, belini büken nedir?
- Kulların, (Ya Rabbi, imanla ölmemi nasip eyle) diye dua etmeleridir. Halbuki ben onları, kendi ibadetlerini beğendirip veya Allah affeder diye yalan yanlış yaptırıp veya sonra yaparsın diye kandırıp imansız gitmeleri için çalışmaktayım. Allah’a böyle yalvaranların, benim bu iş için çalıştığımı anlamalarından, tedbir almalarından korkuyorum.


Söylediklerinizi niye yapmıyorsunuz?
Mübarek bir zat talebeleriyle birlikte bir mezarın önünde durmuşlar ve, "Bu mezardaki tekrar dünyaya gelse sizce ne ile uğraşır, ne yapar?" diye sormuşlar.

Talebenin birisi, "herhalde efendim sürekli namaz kılar" demiş. Bir diğeri, "sürekli oruç tutar" demiş. Bir başkası, "cihat eder", bir diğeri, "emri maruf yapar" demiş. Velhasıl tüm talebeler faydalı bütün işleri saymışlar. O zat buyurmuş ki:
Bu mezarda yatan kişinin dünyaya tekrar gelip gelemeyeceği şüphelidir. Ama sizin oraya gideceğiniz kesindir; yani siz de onun gibi öleceksiniz. O halde neden şimdi bu söylediklerinizi yapmıyorsunuz? O bu imkanı kaybetmiştir, siz bu fırsatı ganimet bilmelisiniz.