Yavuz Sultan Selim'in kızıyla, efendisi,
Sadrazam Lütfü paşa, iş için bir senesi,
Yanya'dan İstanbul'a yolcu olup giderken,
Eşkıya baskınına uğradılar aniden.
Bu dehşetli durumdan nasıl kurtulurlardı?
Zira hem silahsızlar, hem dahi yalnızlardı.
Hiç beklemedikleri şeyle karşılaştılar.
Şimdi ne yapacağız? diyerek şaşırdılar.
Bu korkulu zamanda, birden Merkez Efendi,
Heybet ve azametle, ortaya çıkıverdi.
Görünce eşkıyalar onu karşılarında,
Hepsi, korkularından şaşırdılar anında.
Öyle ki, o heybetten titrerdi bedenleri.
Bir zarar yapamadan terk ettiler o yeri.
Eşkıyalar bir anda dağılınca o yerden,
Merkez Efendi dahi, kayboldu göz önünden.
O gün Şah Sultan ile, sadrazam Lütfü Paşa,
Bu hali, hayret ile eylediler temaşa.
Eşkıyadan kurtulan Şah Sultan ile bey’i,
Daha fazla sevdiler bu mübarek veliyi.
Sonra onun ismine, Şah Sultan, ileride,
Bir cami yaptırmıştır, İstanbul-Bahriye'de.
Yanında da büyük bir medrese yaptırdılar.
Onu, bu medreseye, baş müderris yaptılar.
Büluğ çağından sonra, sonuna dek ömrünün,
Cemaatsiz bir namaz kılmamıştır o bir gün.
Şöyle ki, cemaate eğer yetişmeseydi,
Namazı cemaatle kılanlara derdi ki:
(Ömrümde bir namazı kılmadım cemaatsiz.
Ben imam olayım da, cemaatim olun siz.
Tekrar aynı namazı kılınız benim ile.
İkinci kıldığınız, olmuş olur nafile.)
Onun, tıp ilminde de bilgisi çoktu gayet.
Nitekim Manisa'da, kalmış idi bir müddet.
Kırk çeşit baharattan, meydana gelmiş olan,
Meşhur mesir macunu, ondan kaldı armağan.
İnsanlar, Manisa'ya, her yıl akın olurdu.
Hastalar, bu macunu yer ve şifa bulurdu.
O bir gün buyurdu ki: (Beş şey gelmeden önce,
Beş şeyin kıymetini bilmek lazım iyice.
Bir hastalık gelmeden sıhhatin kıymetini,
Bilip, yapmak gerektir günlük ibadetini.
Ölüm gelmeden önce, kıymetini bu ömrün,
Bilmeli ki, pişmanlık olmasın yine o gün.
Fakirlik gelmeden de, paranın kıymetini,
Bilirse, sıkıntıya sokmaz insan kendini.
Meşguliyet gelmeden, boş geçen zamanların,
Kıymeti bilinirse, üzüntü olmaz yarın.
Zira o boş vakitte, bir Allah derse insan,
Onunla ağır gelir belki de yarın mizan.)