ARA
OSMANLI HİKAYELERİ
 1300’lü yılların başı: Yer Bursa. Tahtta Niğbolu Kartalı Yıldırım Bayezid, Kadılık postunda ise, Molla Şemsüddin Fenari oturuyor. Padişah bir konuda şahitlik ekmek üzere mahkemede, Kadı huzurunda... Evvela hüviyet tespiti. Ardından Emir Sultan’ın gürül gürül sesi: “Hünkarum: Teri cemaat baisi cerh idüğün şuyu bulmağilen... şehadetün caiz değildir.” Yani: “Namazlarını cemaatle kılmadığın söylentisi çıktığı için şahitliğini kabul etmiyorum.” Osmanzade Taib’in “Hadikatüsselatin” isimli eserine göre: “Hünkar, sarayı hümayünları pişgahında bir camii şerif bina idüb evkatı hamsede cemaate müdavemet buyurdular.” Evet ya: Padişah sarayının avlusuna bir cami yaptırdı ve beş vakit namazını burada cemaatle kılmaya başladı. Ancak ondan sonra şahitliği kabul edilmiş olmalı. “Bağımsız yargı”, meğer ne anlama geliyormuş? Yıl 1393... Başkent hâlâ Bursa: Osmanlı tahtında da hala Yıldırım Bayezid Han oturuyor... Sefer dönüşü bir solukluk uğradığı yerde “Ayak Divanı” (Padişahın doğrudan halkın şikayetlerini dinlemesi) kurdurup halkın dertlerini dinlerken, yaşlı bir kadın bağıra bağıra Padişahı azarlamaya başlıyor: “Padişahum! Yularını gevşek tuttuğun hademelerinden biri, destur dilemeden sütümü içti. Bedelini talep ettiğimde bağırıp çağırdı. İmam efendinin himmeti, ahalinin gayretiyle herifi yakalayıp kadı efendiye götürdüm. Lakin senin kadı, herifin lehine hükmetti. Mağdur oldum. Hakkımı isterim.” Hademe aranıp bulunuyor. Getirilip Padişahın huzuruna çıkarılıyor. Padişah bizzat sorguluyor: “Böyle iken böyle yaptın mı?” Adam boynunu bükmüş, yalvarıyor: “Affediniz Hünkarım şeytana uydum.” Suç sabit. Hademe cezalandırılacak ve konu kapanacak. Hayır! Padişahın aklı bu işin içindeki işte: “Acaba şahitli ispatlı bir suçu, Kadı Efendi neden cezalandırmamış? Yoksa bazı kadıların rüşvet yediği söylentisi doğru mu?” Hademeye sual: “Kadıya rüşvet vererek mi serbest kaldın?” Genç hademenin boynu bükük, elleri önüne bağlı: “Şevketlüm, billahi rüşvet vermedim, sadece senin maiyetinde bulunduğumu söyledim. O da kabahatımı bağışladı.” Yıldırım Bayezid yıldırım gibi gürlüyor: “Kul hakkını Mevla bile bağışlamazken, kadılar bu selahiyeti nereden alır? Tiz o kadı bulunup huzurumuza getirile!” Başını ellerinin arasına alıp mırıldanıyor: “Eyvah ki, eyvah!.. Mülke kıran girmiş de haberimiz yok. Tiz Bostancubaşu gelsün!”
Bostancıbaşı derhal huzurda. “Bre Bostancubaşu, adamlarını topla. Ev ev bütün şehri dolaş. Kadılardan ve mahkeme lerden şikayetçi olanları tek tek tespit et. Sonra da gel bana bildir. Bildir ki, bozuk mizaçların karını itmam idub adaleti tekrar mülkün esası yapalum.” Hakimlerin bozulması adalet terazinin bozulması demekti; adalet terazisinin bozulması ise mülkün zevaline işaretti. En şiddetli tedbirleri alacak, devri saltanatında mülkün zeval bulmasına izin vermeyecekti. Padişah buyruğunu alan Bostancıbaşı birkaç gün içinde tahkikatını tamamlayıp Padişahın huzuruna çıkıyor. Hazırladığı listeyi sunuyor. Padişah anlıyor ki mahkemelerden ve kadılardan yana yoğun şikayetler var. Yüreği kavruluyor, inim inim inliyor: “Biz bitmişiz!” Bursa’ya döner dönmez tüm beylere hitaben bir ferman yazdırıyor: “Kalenüzde, yahut şehrünüzde, yahut keryenüzde, şer’i şerife mugayir hareket ittiği, rüşvet ile hükmittiği şuyu bulmuş (duyulmuş) kadıların derdest Beyşeheri’ne gönderilmesi... fermanımızdır.” Veziri azam Cendereli (Çandarlı) Ali Paşa, Padişaha, kadıların suçu sabit olması halinde ne yapacağını sorunca, yüreğini ürperten bir cevap alıyor: “Adaletin bozulması mümkün zevaline işarettir. Mülkümüzün zevalini hazırlayan kadıları bir eve doldurup evi ateşe vereceğiz! Ta ki ümmet bunların şerrinden halas olsun.” Hüküm korkunç! Başta Çandarlı olmak üzere bütün vezirler telaşta. Ama genç Padişaha o anda itiraz edip söz dinletmeye imkan yok. Böyle durumlarda Padişaha söz söyleyebilecek tek kişi vardır: Habeşli maskara. O komik hareketlerle konuyu yumuşatıp Padişahı eğlendirirken bazı doğruları söylemekte ustadır. Çandarlı Paşa, Habeşliyi bulup derdini anlatıyor. “O iş kolay” diyor Habeşli, “şimdi hallederim.” Yol kıyafetini giyip huzura çıkıyor. Yıldırım Padişah, Habeşli maskarayı yol kıyafetinde karşısında görünce, gülmekten kendini alamıyor. Sonra da soruyor: “Bre maskara yolculuk mu var?” “Beli Hünkarım, gitmek için ruhsat dilemeye geldim.” “Nereye?” “Bizans’a.” “Ne yapmaya?” “Bizans’tan Bursa’ya yüz papaz getirmeye gidiyorum, Hünkarım.” Padişahın kaşları kalkıyor: “Bre Köle! Müslüman mülkünde papazın işi ne?” “Kadılık edecekler Şevketlüm.” Padişah işin özünü ve özetini anlar gibi. Fakat bir yandan da sohbetin ne şekilde gelişeceğini, sonunun nereye varacağını merak etmekte; tekrar soruyor: “Ya bizde kadılık edecek adem yok mudur da papaz getiriyorsun?” “Sayenizde kalmayacak Hünkarım. Kadıları yakacağınıza göre, bari davalarımıza papazlar baksın da ümmetin işi aksamasın. Malüm, kadılık ilim işidir: Eh, papazlar da bir nevi alim sayılır.” Hünkar hükmün ağırlığı altında ezilerek gülmeye çalışıyor. “Tamam tamam vaz geçtik. Belli ki ifrat etmişiz. Söyle seni huzurumuza gönderen vezirlerimize müsterih olsunlar.” Sadece suçluların cezalandırılmasıyla yetiniyor... Bu bir derstir. Dersini alan Padişah kurmaylarına danışıp rüşvete çare arıyor. Rüşvet kapısını kapatmak için tarihimizde ilk defa “mahkeme rusumu” adı altında davayı kaybedenlerden alınmak üzere bir ücret konuyor. Hakimlere bu paradan pay verilmeye başlanıyor. Değil yetişmiş insanların, yerine göre bir kölenin doğrularına bile sahip çıkmak, “Hikmet mü’ minin yitiğidir” diyen bir inanca sahip bulun manın gereğidir. Osmanlı’yı altıyüz sene imparatorluk burcunda tutan sırrın özü belki de bu hikmete sahibiyet anlayışıdır. Ve birkaç uyumsuz yüzünden bir camianın ezalandırılmayacağı, ayrıca haklı olmak için güçlü olmak gerekmediği prensibi de hukukun temelidir.
Tüm İçerikler