ARA
İSLAM TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ

ÖRF VE ADET

İslâm hukukunda fer’î yâni ikinci derecede delîllerden. Örf; lügatte tanıma, bilme i’tirâf ve insanlar arasında tanınan, güzel görülen, red ve inkâr edilmeyen mânâlarına gelir. Âdet; î’tiyâd yâni alışkanlık demektir. Buna, teamül de denir. Örf, amelî ve kavlî yâni iş ve sözle; âdet ise, yalnız işle alâkalı olur. Bu bakımdan her örf âdettir. Fakat her âdet, örf değildir. Örf, akl-ı selimin güzel görmesi ile; âdet, defalarca tekrar ile meydâna gelir. Bu yüzden âdet rast gele bir şey değildir, örf, doğru düşünen ve yanılmayan aklın yâni akl-i selîmin güzel gördüğü bir şey olduğundan kötüsü yoktur. Fakat âdetin iyi ve kötüsü vardır. Ancak kötü âdet, dînen ve aklen muteber değildir, işte örf ve âdet ile iyi şeyler kastedildiğinden, fıkıh âlimleri yâni islâm hukukçuları, örf ile âdetin mânâları farklı olmakla beraber, her ikisi için müşterek bir ıstılâhî tarif yapmışlardır. Buna göre örf ve âdet; insanların tabiatlarında yerleşmiş, akl-ı selîm tarafından kabul edilen ve tekrar tekrar yapılagelen şeylerdir.

İslâmiyet’ten önce bütün milletlerin bu arada Arapların hukuki münasebetlerinin çoğu örf ve adete göre düzenleniyordu. İslam dini bunların zararlarını kaldırmış, zararlı olmayanlara dokunmamış, bazılarını da islah ederek, cemiyet hayatında kalmalarına müsaade etmiştir. Mesela; içki, riba, avret mahallini açmak, necasetten sakınmamak, Kabe-i muazzamayı çıplak tavaf etmek gibi cahiliyye adetlerini yasaklamıştır. Nikah, talak ve benzeri bazı muameleleri, bazı değişikliklerle dini işlerden saymıştır. Zamanın nukûd denilen külçe veya meskuk yani basılmış altın ve gümüş paraları, dokunulmayan, aynen bırakılan adetlerdendir. Resulullah sallallahü aleyhi vesellem, o zaman halkın kullandığı bu paraların değiştirilmesini, zaman içerisinde şartlara ve ihtiyaca göre müslimanların isteğine bırakmıştır. O sırada tedavüldeki gümüş paralara dirhem; altın paralara dinar deniyordu. Bunlar, farklı ağırlıklara sahipti. Bu durum, hazreti Ömer’in hilafetine kadar devam etti. Hazreti Ömer’in halifeliğinin son zamanlarında görülen luzum üzerine muhtelif vezindeki dirhemler, vezn-i seb’a yâni, yedi vezin denilen mâlî bir esâsa göre birleştirilip, yeni bir örf meydana geldi. Halîfe Abdülmelik zamanında dirhemler örfe göre kesildi (Bkz. Para).

İşte islâmiyet geldiğinde, halkın piyasada alışveriş için kullandığı bu paraları ve buna benzer örf ve âdetlerini muteber ve geçerli saydı. Onun için islâm hukukunda, hakkında nass yâni âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf bulunmayan, ancak; dîne, akla ve umûmun maslahat ve faydasına ters düşmeyen örf ve âdetler, mes’elelerin hükmünü beyân hususunda hüccet yâni ikinci derecede bir delîl kabul edildi. Hattâ hâkimin vasıflarından biri de örf ve âdetlere vâkıf olması, bilmesidir. Çünkü, bir çok hüküm, örf ve âdetlere dayanır. Hâkim, örf ve âdetleri bilmediği takdirde, hükmünde isabet edemez. Mecelle’nin 37. maddesinde; “İnsanların kullanması, âdetleri, bir hüccettir. Buna uymak vâcib olur” denilmektedir. Dînimizin yasak etmediği âdetlere uymak lâzımdır.

Örf ve âdetlerin dînî ve fer’î delillerden olduğu, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ile sabittir. A’râf sûresi 199. âyet-i kerîmede meâlen; “Affa sarıl, örf ile emret. Câhillerden yüz çevir.” buyrulmaktadır. Bu âyet-i kerîmede örfün kıymeti ve ehemmiyeti açıkça bildirilmiştir. Ebû Bekr el-Cessâs er-Râzî (raleyh), Ahkâm-ül-Kur’ân isimli kitabında; “Bu âyet-i kerîme, örf ve âdetin hüccet olduğunda kuvvetli bir delildir” demektedir.

Yine Nisa sûresi altıncı âyet-i kerîmesinde de meâlen; “(Ey yetîm velîleri!) Siz nikâha erişinceye (baliğ oluncaya) kadar yetimleri deneyin. (Bulûğdan sonra) onlarda akl ve rüşd hâli görürseniz, mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyecekler (de ellerine alacaklar) diye bunları israf ile tez elden yemeyin. Velîsi zengin ise yetimin malına dokunmasın. Fakir ise örfe göre bir şey yesin. Yetimlere mallarını verdiğinizde, aldıklarına dâir şâhid bulundurun. Tam bir hesâb sorucu olarak Allah yeter” buyrulmuştur. İmâm-ı Buhârî, Sahîh’inde hazret-i Âişe’nin; “Bu âyet-i kerîme, fakir olan velîlerin yetim malından, beldenin âdetine göre, istifâde edebilmeleri hakkında nazil oldu” buyurduğunu bildirmiştir.

Hadîs-i şerîfden deliline gelince; Resûlullah efendimiz; “Müslümanların güzel gördükleri şey, Allah indinde de güzeldir.” buyrulmuştur. Mecelle’de zikredilen; “Âdet muhakkemdir yâni hakem kılınır” kaidesinin aslı da bu hadîs-i şerîftir.

Yine Buhârî’nin rivayetine göre, Ebû Taybe Nâfi’, Resûl-i ekremi hacamat etmiş, Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem Ebû Taybe’ye bir sa’ hurma verilmesini emretmiştir. Peygamber efendimiz, Ebû Taybe ile ücreti görüşüp kararlaştırmadan, o zaman Medîne-i münevverede âdet olan hacamat ücretine göre vermişlerdir.

Örf ve âdetin, Selef-i sâlihîn devrinde delîl olduğunu gösteren pek çok misâl olup, bu hususta Sahîh-i Buhârî’de, meşhûr Kadı Şüreyh’in şu hükmü nakledilmektedir: “İplik büküp satan esnaf, bir mes’ele için Kadı Şüreyh’e müracaat etmişler ve muhakeme esnasında, san’atlarına dâir âdetlerinden bahsetmişlerdi. Bunun üzerine Kadı Şüreyh; “Sünnetüküm beyneküm = Aranızda câri olan âdetiniz muteberdir” diye hükmetmiştir. Bunun gibi, Selef-i sâlihîn devrinde örf ve âdet delîl olarak kullanılmak suretiyle pek çok hüküm verilmiştir.

Sahabe (radıyallahü anhüm) devrinden îtibâren, müctehid âlimler pek çok hâdisenin hükmünü örf ve âdete göre bildirmişlerdir. İslâm fetihleri genişledikçe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn devirlerinde örf ve âdetin amelî yâni tatbikattaki kıymeti daha da arttı. Abbâsîlerin en parlak dönemine rastlayan bu devirlerde, müslümanların hâkimiyeti, Hind Okyanusu’ndan Atlas Okyanusu’na kadar uzanıyordu. Bu geniş memleketlerde umûmî veya husûsî bir takım âdetlere tesadüf ediliyordu. Bunlardan bâzıları, nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin) hükmü altına dâhil olduğu gibi, nassın açıkça hükmünü tâyin etmediği âdetler de görülüyordu, içlerinde nassın açık mânâsına muhalif olanlar da vardı. Bütün bunların hukukî durumlarını ortaya koymak, müctehid âlimler için ictihâd zemîni oldu. Başta dört mezhebin imamları olmak üzere müctehidler, insanların örf ve âdetlerini fer’î bir delîl olarak kabul ettiler.

Fakîhler yâni islâm hukuk âlimleri, bu devirlerde örf ve âdete dayanan hukukî hâdiseleri tedkîk ve tasnif etmişler, her sınıf hâdiseyi birer asla bağlayıp, bir takım kaideler ortaya koymuşlardı.

Örf ve âdet üç kısma ayrılmıştır:

1-Örf-i âmm (Umûmî, herkese ait örf): Kim tarafından ortaya konduğu bilinmeyen, belirli bir cemiyete mahsûs olmayıp, bir çok cemiyette müşterek olan örfdür. Örf ve âdetin umûmî olması için; Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm) zamanından kalmış ve müctehidler tarafından kullanılması ve devamlı olması lâzımdır. Fıkıh âlimleri, bunu kabul etmişler, nass bulunmadığında bu örfün icmâ’derecesinde olduğunu bildirmişlerdir, örf-i âmm ile hükm-i âmm (umûmî hüküm) sabit olur. Şöyle ki, bir kimse; “Falanın evine ayağımı basmam” diye yemîn etse, ayak basmamanın bir lügat, bir de örf-i âmm mânâsı vardır. Lügat mânâsı, çıplak ayağı koymamaktır, örf-i âmm mânâsı ise eve girmemektir. Bu sözün lügat mânâsı terk edilmiş olup, örf-i âmm mânâsında kullanılmıştır. Bu sebeble böyle yemîn eden birisi bahsettiği yere ister hayvan azerinde, ister yürüyerek girmiş olsun, hânis yâni yemînini bozmuş olur. Fakat eve girmeden kendisi dışarıda iken, sâdece ayağını içeri bassa yemînini bozmuş olmaz.

2-Örf-i hâs: Mu’ayyen bir beldenin veya cemâatin aralarında tekrar ile yapa geldikleri şeydir. Meselâ, bir çeşit menkûlün vakfı, bir memlekette örf ve âdet olup, başka bir beldede de örf olmasa, o menkûlün vakfedilmesi, sâdece örf ve âdet olan beldede sahîh olup diğerinde olmaz. Çünkü, örf-i hâs ile hükm-i hâs sabit olur.

Örf-i âmm’ın delîl olduğu kabul edilmesine karşılık, örf-i hâsda ihtilâf vardır. Eşbah sahibi İbn-i Nüceym (rahmetullahi aleyh), örf-i hâssı muteber saymış, Mecelle de bunu kabul etmiştir. Nitekim örf-i hâssa göre hükümler verilmiştir.

3-Örf-i şer’î: Bir lâfzın lügat mânâsından alınıp, şer’î (dînî) mânâda kullanılmasıdır. Bu yüzden meselâ, namaz ve hac lâfızlarının şer’î mânâlarından dolayı lügat mânâları terk edilmiştir. Namaz, yâni salât; Arabîde dua mânâsına iken dinde bildiğimiz ibâdet için kullanılıp, lügat mânâsı bırakılmıştır. Yine hac; kast, yönelmek mânâsına iken, bildiğimiz ibâdet için Mekke-i mükerremeye gitmek mânâsına naklolunmuştur.

Örf ve âdet, başka yönden de ikiye ayrılmaktadır.

1-Örf-i amelî: Bir yerde bir işin halk arasında âdet hâline gelmesidir. Bir beldede buğday ekmeği ve koyun etinin yenmesinin âdet hâline gelmesi böyledir. Buna göre, birisi diğerine; “Bana ekmek veya et al dese, bu işi üzerine alan ancak buğday ekmeği veya koyun eti alabilir. Çavdar ekmeği ile deve eti alamaz. Alırsa, hâkimin hükmü ile bunları almasını emreden kimseye kabul ettiremez.

2-Örf-i kavlî: Bir cemâatin, bir lafzı, lügat mânâsından başka bir mânâda kullanmalarıdır. O cemâatten o lafzı işiten yalnız o mânâyı anlar. Bir kimse diğerine şu kadar altına, şu eşyayı al dese, piyasada alışverişte hangi çeşit altının kullanılması âdet ise, o altınla satın alır. Başka cins altınla alırsa, aldığı o eşya kendisine kalır. Kendisine emreden kimseye veremez.

Örf ve âdetin delîl olabilmesi için iki şart vardır:

1-Adetin muttarid ve gâlib olması, yâni devamlı veya ekseriyetle işlerin ona göre görülmesi: Bir beldede alışverişle Reşâd altın kullanmak âdet olsa, bir mal, altının cinsi söylenmeden satın alınınca, Reşâd altınına göre hesaplanır. Başka cins altına meselâ Hamîd altınına göre hesap görülemez, örf ve âdetin delaletiyle, alışveriş sırasında Reşâd altını açıkça söylenmiş ve şart kılınmış gibi olur.

2-Sonradan ortaya çıkan bir örf ve âdet olmaması: örf ve âdet, üzerine hamlolunacak hâdisenin meydana geldiği sırada mevcûd olması lâzımdır. Onun için mevcûd olmayan ve daha sonra çıkan bir örfe göre bir mes’ele hakkında hüküm verilemez.

Zaman değiştikçe; insanların ihtiyaçları, hâlleri, örfleri ve hareket tarzları da değişir. Onun için örfe bağlı hükümler de değişir. Meselâ, önce gelen Hanefî âlimlerine göre; bir evi satın almak için, önceden bir odasını görmek kâfi olup, evi satın aldıktan sonra diğer odaları görünce muhayyerlik hakkı kalkar. Sonra gelen âlimlere göre; satın almadan önce her bir odasını görmedikçe hıyâr-ı rü’yet (diğer odaları görme muhayyerliği) bakî kalır, önce gelen âlimlerle, sonraki âlimler arasındaki ihtilâf, delîl ve hüccete bağlı bir ihtilâf olmayıp, inşâat hakkında örf ve âdet farklılığından doğan bir ihtilâftır. Önceki âlimler zamanında evlerin her odası aynı tarzda yapıldığından, satın almadan önce, bir odayı görmek, diğer odaları görmek yerine geçmekteydi. Daha sonra, evlerin odalarını değişik yapmak âdet hâline gelince, odalardan birini görmek, diğer odaları görmek yerine geçmez oldu.

Mekanların değişmesiyle hükümlerin değişmesine gelince: Bir kimse Ramazân-ı şerîfde mescide bir mum gönderip, yakıldıktan sonra, üçte biri yanmazsa, o kimsenin açık izni olmadan imâm ve müezzin, kalan kısmı alamaz. Ancak o beldede, açıkça izin almadan mumu almak örf hâline gelmişse, o zaman alınabilir. O hâlde kalan mumun alınması örf ve âdet olan yerde helâl olur. Alınması örf ve âdet olmayan yerlerde ise haramdır. Çünkü, örf-i hâs ile hükm-i âmm sabit olmayacağından, mumu gönderenin açık izni olmadan kalan mumun hademe tarafından alınması bir beldede örf olmakla alınabilir, örf olmayan diğer beldede ise alınamaz.

İmâm-ı a’zam ile İmâm-ı Muhammed’e (rahmetullahi aleyhim) göre nass, her zaman örfe tercih edilir. Bu sebeble altın ve gümüşün veznî (tartı ile); buğday, arpa, hurma ve tuzun keylî (ölçekle) ölçüleceği hakkında nass yâni hadîs-i şerîf bulunduğundan, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve İmâm-ı Muhammed’e göre nassa İtibâr edilir.

İmâm-ı Ebû Yûsufdan bir rivayete göre ise, eğer bir nass o sırada mevcûd olan örf ve âdetin hükmünü tesbit için gelmemiş ise, bu nass, örf ve âdete tercih edilir. Böyle bir nassa muhalif olan örf ve âdete îtibâr olunmaz.

Fakat nass, mevcûd örf ve âdetin hükmünü tesbit için gelmiş ise, bu örf ve âdet değiştiğinde, dînin ve aklın beğendiği yeni örf ve âdet ile amel olunur, nass ile amel olunmaz. Çünkü, nass ile murâd, örf ve âdete riâyetin lüzumunu beyândan ibarettir. Onun için ikinci örf ve âdet, birincinin yerine geçtiğinden, nassın hükmüne aykırı değildir. Onun için altın ve gümüşün veznî (tartı ile); buğday, arpa, tuz ve hurmanın ise keylî olduğu (hacim ile ölçüldüğü) hakkındaki nass, asr-ı seâdetteki örf ve âdete göre gelmiştir. Böyle bir nassın hükmü, örf ve âdetin değişmesiyle değişeceğinden, îtibâr nassa değil, nassın hükmünü tâyin için geldiği örf ve âdetedir. Bu ise, nassa muhalif olan örf ve âdetle amel etmek olmayıp, sâdece nassı te’vîldir, açıklamaktır.

Zamanımızda da madrub (basılmış) olsun olmasın, altın ve gümüş asr-ı seâdetteki gibi veznî; buğday, arpa ve diğerleri keylîdir. Fakat, tatbikatta altın ve gümüş, halk arasında tedavülde (alıp-vermek) de sayı ile olmaktadır. Bu durum, aded ile alınıp verildiğini göstermez. Çünkü üzerlerinde vezîn alâmeti (ağırlıklarını gösteren) darb (baskı) vardır. Hattâ silik olanlar, vezinde (tartıda) eksik oldukları takdirde aded ile kabul edilmezler. Bu da, sayı ile alınıp verilen altın ve gümüşün yine veznî olduğunu göstermektedir. Yâni örf, nassı değiştirmemiş, bilâkis nassı açıklamıştır. Bu durum, İmâm-ı Ebû Yûsuf’un içtihadına göredir, işte Mecelle’deki; “Zamanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz” şeklindeki fıkıh kaidesi bu esâsa dayanmaktadır. Yâni örf ve âdete dayanan hükümler, zamanla değişir. Yoksa; “Zamanın değişmesiyle her hüküm değişir” demek değildir. Bir çok işlerde âdet, nass gibidir. Bir işin nasıl yapılacağı nass ile bildirilmemiş ise, müctehidlerin ictihâdları ile yapılır. Bir iş üzerinde çeşidii ictihâdlar varsa, müftî efendi, bunlar arasında, zamana ve âdete uygun ve elverişli olanını seçer. Zamana, âdete uymak bu demektir. Yoksa, islâm düşmanlarının söyledikleri gibi, islâmiyet’in emirlerini değiştirmek, ibâdetleri bırakarak haramları işlemek demek değildir.

Yağ, şeker ve un gibi, hakkında nass bulunmayan şeylerde ise, insanların örf ve âdetlerine uyulur.

Allahü teâlâ, islâm dînini her memlekette her yeniliği ve buluşu karşılayacak şekilde göndermiştir, islâmiyet; adaleti, zulmü, insanların birbirlerine karşı, aile ve komşuların birbirlerine, milletin hükümete ve hükümetin teb’asına karşı hakla rını, vazîfelerini, suçları açıkça bildirmiş; bu değişmez kavramlar’üzerinde, temel hükümler kurmuştur. Değişmeyen bu hükümlerin; hâdiselere, vak’alara tatbikini sınırlamamış, örf ve âdetlere göre kullanılmasını emr etmiştir. Bunları islâm hukukçuları düzenler.

Asırlardan beri islâm devletlerinde bilhassa Osmanlı Devleti’nde sultânlar, yetişmiş devlet adamları ve mütehassıs İslâm hukuku âlimlerinin yardımları He, islâm hukukuna bağlı olarak; idarî, mâlî ve cezaî sahalarda örfe ve âdete göre kânun ve nizâmnâmeler çıkarmışlardır. Bunun netîcesinde, Osmanlı Devleti, çeşitli zaman ve mekâna göre ayarlanabilen, tertip ve düzen içerisinde saat gibi işleyen bir devlet teşkilâtına sâhib olmuştur, örf ve âdetlere göre çıkarılan bu kânun ve nizâmnâmeler, islâm hukukundan ayrı yabancı bir hukuk değildir. Çünkü dîne aykırı olmayan örf ve âdetler de, islâm hukukunun kaynaklarındandır.

Usûl-i fıkıh kitaplarında bildirildiği üzere, İslâm hukukundaki şer’î hükümler; ya Kur’ân-ı kerîmden veya Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem sünnetinden veya müctehid âlimlerin icmâı ile kıyâs-ı fukahâdan çıkarılarak elde edilmişlerdir. Bunlar İslâm hukukunun kaynaklarıdır. Bunlara, edille-i erbe’a denir. Bunlardan başka; istishâb, örf ve âdet, önceki dinlere ait neshedilmemiş hükümler, Eshâb-ı kiramın sözleri gibi birtakım kaynaklar vardır ki, bunlara fer’î delîller denir. Bunlar da edille-i şer’iyyeye tabidirler. Önceki dinlere ait neshedilmemiş hükümler, Kitaba; Eshâb-ı kiramın sözleri sünnete; örf ve âdet, icmâya; istishâb da kıyâsa tâbîdir.

İslâm hukuku, kendine has kaynakları ile müstakil ve başkasına muhtaç olmayan bir hukûkdur. İslâm hukukunun böyle müstakil oluşunu ve üstünlüğünü, hukuk ilmi ile meşgul olan müsteşrikler ve diğer gayr-i müslimler takdirle îtirâf etmişlerdir. Bu husus, 1937’de Lahey’de toplanan hukuk konferansında da açıkça ifâde edilmiştir. Avrupa hukukunun ise, bilhassa Endülüs yoluyla islâm hukukundan pek çok istifâdesi olmuştur.

Gerek batı ülkeleri kânunlarında gerekse bugünkü Türk hukukunda, örf ve âdet kaidelerine hukukî bir değer verilmiştir. Bugün yürürlükte bulunan ve İsviçre Medenî kânunlarından iktibas edilen Türk Medenî Kânûnu’nun birinci maddesinin ikinci fıkrasında; “Hakkında hüküm bulunmayan mes’elede hâkim, örf ve âdete göre... hükmeder” cümlesi mecvuddur. Keza Türk ticâret Kânûnu’nun birinci maddesinde; “Hakkında hüküm bulunmayan ticarî işlerde mahkeme, “Ticarî örf ve âdete göre... hüküm verir” cümleleri vardır.

İslâm hukukunda örf ve âdete göre bâzı hükümler:

Adete göre, misafir, önüne konan sofradaki yemeklerden yiyebilir. Bu hususta izinli sayılır. Fakat sofra sahibi, misafiri sofradaki yemekten men ederse, örfün aksine bir açıklama bulunduğundan, artık örfün hükmü kalmaz. Dolayısıyla misafir, o sofradan yiyemez.

“Bir kimse oğlunu san’at öğrenmek için usta yanına verse, fakat ücret şart koşmasalar; çocuk san’atı öğrendikten sonra, ustadan ücret taleb edilse, o memleketin âdeti neyse ona uyulur.”

“Elbise ve yemek karşılığında süt ana tutulduğunda, ücreti meçhul olduğu için, kıyâsa göre caiz olmadığı hâlde, örf ve âdete göre bu ücret caizdir.”

“Bir çarşı reîsi, çarşıyı bekletmek üzere muayyen bir ücretle bekçi tutsa, bu ücreti vermeleri çarşı ahâlisinin hepsine lâzım olması âdet ise, vermek istemeyenler çıksa da, bekçi ücreti hepsinin üzerine lâzım olur.”

“Bir kimse diğer kimseye bir kap, içinde bir hediye gönderse, örf ve âdete bakılarak, eğer tabak içindeki, meyve gibi şeylerden ise, o meyve o kimsenin olup, meyve tabağını aynen o kimseye geri vermesi lâzımdır. Fakat, kutu içine basılmış Mekke-i mükerreme hurması yâhud İstanbul’da örf ve âdet olduğu üzere doğum tebriği için getirilen özel sepet içine konulmuş şeker gibi kabının geri verilmesi âdet olmayan şeylerden ise, kabı dahî o kimsenin olur.”

“Bir kimse bir gün çalıştırmak üzere bir işçi tutsa, yahut tarlasını sürmek için bir hayvan kirâlasa, güneşin doğmasından ikindiye yahut, güneşin batmasına kadar çalıştırmak hususunda memleketin örfü ne ise ona göre amel olunur.”

“Esas olarak menkûlün vakfı sahîh olmadığı hâlde, menkûlün vakf olunması hakkında bir beldede örf ve âdet var ise, o beldede o menkûlün vakfı sahîhdir. Zamanımızda dînî kitapların ve Mushaf-ı şerîflerin ve paraların vakfedilmesinin örf olması böyledir. Nitekim İbn-i Âbidîn’de de; “Osmanlı Türklerinde altın ve gümüş para vakfı âdet olduğu için, caiz olmaktadır” buyruluyor.

TÜM CİLDLER
CİLDDEKİ İÇERİKLER