İslâm ordusunun, halîfe hazret-i Ömer zamanında İranlılarla yaptığı meşhûr savaş. İslâm askerlerinin Ahvaz’ı fethinden sonra, İran komutanları İslâm ordularının neler yapabileceğini bizzat gördüler. Merv’deki hükümdarlarına durumu bildirip yardım istediler, İran kisrâsı Yezd-i Cürd de, Bâb-ül-Ebvâd, Hülvân ve Horasan hükümdarlarına mektup yazıp imdâd istedi. Her biri çok sayıda asker ile Kisrâ’ya yardıma koştular. 642 (H. 21) yılında Firûzân komutasında 150.000 kişilik, o zamanın en güçlü ordusu Nihâvend’e doğru yürüdü.
İran ordusunun Nihâvend tarafına yöneldiğini haber alan halîfe Ömer (radıyallahü anh), durumu görüşmek üzere istişare hey’etini huzuruna davet etti. Herkes ayrı ayrı görüşlerini belirtti. Hazret-i Ali de söz alıp; “Ey Emîr-el mü’minîn! Eğer Şam’da bulunan askerlerimizi Nihâvend’e gönderecek olursak, Bizanslılar, oradaki çoluk-çocuklarına saldırıp perişan ederler. Yemenlileri yardıma çağırırsan, aynı şekilde Habeşlilter Yemen’e saldırır. Sen de, bir ordu ile Medine’den ayrılacak olursan, civardaki kabileler dört bir taraftan buraya hücûma geçerler. Herkesin yerinde kalmasını, Basralıların yardıma koşmasını tavsiye ederim. Basralılar üç gruba ayrılsınlar. Birincisi geride kalanları korusun, ikincisi andlaşma hâlinde olanlara karşı hazır beklesin, üçüncüsü de İslâm askerlerine yardıma gitsin!..” dedi. Bu görüş yerinde bulunup, kabul edildi ve Nu’mân bin Mukarrin hazretlerinin orduya kumanda etmesi kararlaştırıldı.
Halîfe, Kûfelilerden meydana gelen ordusuyla Cünd-i Şapur ve Esus şehirlerine hücûm eden hazret-i Nu’mân’a mektup yazarak Mâh şehrine toplanıp oradan Nihâvend’e yürümesini emretti. Oğlunu, hazret-i Huzeyfe’yi, Cerîr bin Abdulfah’ı, Nu’aym’ı (radıyallahü anhüm) yardıma gönderdi. Mukterib, Harmale ve Zirr kumandanlığında üç grup askeri de Tuhum, İsfehan ve Fars illeri üzerine gönderip, oralardan İran ordusuna gelecek yardıma manî oldu.
Nu’mân bin Mukarrin (radıyallahü anh), Tuleyha bin Huveylid’i düşmanın durumunu öğrenmek üzere Nihâvend’e gönderdi. Tuleyha, kısa zamanda keşfini yapıp, öğrendiklerini başkomutan hazret-i Nu’mân’a bildirdi. Nu’mân (radıyallahü anh), otuz bin mücâhidden meydana gelen ordusunun sağ ve sol kanatlarına kardeşi Süveyb ile Huzeyfe bin Yemân’f (radıyallahü anhümâ), öncü kuvvetlerinin başına kardeşi Nu’aym bin Mukarrin’i (radıyallahü anh), süvarilerin başına Ka’kâ bin Amr’ı, yayaların başına da Mücâşi bin Mes’ûd’u geçirdi. Hazret-i Mugîre bin Şu’be de ordusu ile Medîne’den gelip mücâhidlere katıldı. İslâm ordusu Nihâvend’de toplanan İran askerlerinin üzerine doğru harekete geçti.
İran ordusu başkumandanı Firûzân, 150.000 kişilik muazzam ordusunun sağ ve sol komutanlıklarına Zerdak ve Behmen’i vazifelendirdi. Kaçmamaları için, askerinin büyük bir kısmını yedişer kişilik gruplar hâlinde birbirlerine zincirle bağlattı.
İslâm ordusu Nihâvend’e yaklaşıp düşmanı görünce, kumandanlarının emriyle hep birlikte üçer defa “Allahü ekber!” diyerek, tekbir getirdiler. Bu tekbirleri işiten İran askerlerinin kalblerine korku düştü.
Nu’mân bin Mukarrin (radıyallahü anh), düşman ordusunun karşısında harp düzenini aldıktan sonra sünnet-i şerîfe uygun olarak İranlılara bir elçi hey’eti gönderdi. Firûzân’ın huzuruna çıkan elçiler, İslâmiyet’i anlatarak müslüman olmalarını, yoksa cizye verip müslümanların himayesine girmelerini bildirdiler. Firûzân bu teklifleri geri çevirince; “Artık aramızı kılıç düzeltecektir!..” deyip ayrıldılar.
Hazret-i Nu’mân, elçilerin getirdiği cevâbı alır almaz askerlerine; “Allahü teâlânın ismini anarak hücûm ediniz!..” emrini verdi. Otuz bin mücâhidden meydana gelen İslâm ordusu; “Allahü ekber!” tekbirleri ile koca Fars ordusuna yüklendi, ilk iki gün pek şiddetli hücûmlarla düşmanlarının gözünü korkuttu ve maneviyatlarını bozdu. Üçüncü günü İranlılar siperlendikleri hendeklerden çıkmadılar. Göğüs göğüse yapılacak bir harbe girmekten kaçındılar. Yiyecek ve içeceklerini hendeklere depolayan İranlılar, ok atarak müslümanları yaklaştırmıyorlardı. Hazret-i Nu’mân, gizlenen düşmanın üzerine gitmekte çok zayiat vereceklerini bildiği için, mücâhidlerin saldırılarına müsâade etmiyordu.
Durumun böyle devam etmeyeceğini, Parsları göğüs göğüse harbe mecbur etmek lâzım geldiğini komutanlarına anlatan Nu’mân bin Mukarrin (radıyallahü anh); “Düşmanı harp meydanına nasıl çıkarabiliriz? Bu konudaki görüşleriniz nedir?” diye sordu. Komutanlar düşüncelerini söyledi. Tuleyha bin Hüveylid de; “Üzerlerine bir grup süvari gönderelim. Onlarla şiddetli bir çarpışmaya tutuşsunlar, sonra yenilmiş gibi yapıp ganimetler bırakarak geri çekilsinler. Yanımıza gelinceye kadar biz hücûma geçmeyelim. Bizim de korktuğumuzu zan eden düşman, üzerimize topyekün saldıracaktır. İşte o zaman Allahü teâlânın hükmü ne ise o gerçekleşecektir” dedi. Bu görüş çok beğenildi ve hemen tatbikata geçildi.
Hazret-i Nu’mân, bu iş için bir orduya bedel, kahramanlar kahramanı Ka’kâ bin Amr’ı ve emrindeki yiğitleri Parsların üzerine gönderdi. Hazret-i Ka’kâ, süvari birliği ile koca düşmanın üzerine arslanlar gibi atıldı. Zincirlerle birbirine bağlanmış ve demir zırhlara bürünmüş İran askerleriyle önce şiddetli bir mücâdeleye girişti. Sonra askerine verdiği bir işaretle ric’ata, yâni geri çekilmeye ve yanlarındaki bâzı kıymetli eşyaları yere atmağa başladılar. Düşman; “Müslümanları çekilmeğe mecbur ettik, ağırlıklarını bırakarak kaçıyorlar!” zannıyla arkalarından koşmağa ve ganîmet toplamağa başladı.
Başkumandan Nu’mân (radıyallahü anh) ve mücâhidler, Ka’kâ bin Amr’ın bu başarısını takdir, heyecan ve dikkatle tâkib ediyorlardı. Hattâ bâzı askerlerin galeyana gelip; “Kardeşlerimize yardım etmek için daha ne kadar bekleyeceğiz?” diyerek, müracaat bile ettikleri görülüyordu. Hazret-i Nu’mân ise; “Acele etmeyin! Bekleyin!” diyerek onları teskin etmek mecburiyetinde kalıyordu, öğle yaklaştığı sırada Ka’kâ bin Amr ve arkadaşları (radıyallahü anhüm), çekile çekile İslâm karargâhına yaklaşırken, düşman da peşlerinde çığ gibi ilerliyordu.
Vaktin geldiğine kanâat getiren Nü’mân bin Mukarrin (radıyallahü anh), atına atladı. Sür’atle ön saflara koşturup, sancakdârlara ve kumandanlara talimatlar verdi. Askerin maneviyâtını yükseltici, onları cihâda teşvik edici konuşmalar yaptıktan sonra; “Kardeşlerim! Üç defa tekbir getireceğim. Ben söylerken yüksek sesle siz de söyleyin! Ben hücûma kalktığımda siz de peşimden atılın! Şehîd olursam yerime Huzeyfe’yi komutan yapın! O da şehîd olursa, komutan filancadır...” diyerek yedi isim saydı. Son isim Mugîre bin Şu’be (r. anh) idi. Sonra ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Dîn-i islâmı azîz eyle, mücâhid kullarına yardımcı ol. Ey Allah’ım! Bu kullarının arasında en önce Nü’mân kuluna şehâdet mertebesini ihsan eyle!” diyerek dua etti. Onun bu içli duasını işiten askerler ağlamaya başladılar.
Nihayet hazret-i Nu’mân, “Allahü ekber” diyerek üç defa tekbir getirdikten sonra, yerinde duramayan mücâhidlerle hücûma geçti. Hazret-i Nu’mân’ın elbisesi ve sarığı beyaz olduğu için düşman arasında rahatlıkla görülüyor, arslanlar gibi saldırması mücâhidleri heyecana getiriyordu. İranlılarla görülmedik bir çarpışma başlamıştı. Mücâhidler şimdiye kadar böyle bir harbe şâhid olmamışlardı. Kılıçların, İranlı askerlerin zırhına çarpmasından meydana gelen ses, ayyuka çıkıyordu. Birbirlerine bağlı zırhlı Fars askerlerinin yavaş hareketlerine karşı, mücâhidlerin serî kılıç kullanması İranlıları bunaltmıştı. Gazilerin, aşk ile söyledikleri “Allah Allah!” nidaları ve yerde üst üste yığılan düşman cesedleri, İranlı askerlerin maneviyâtını bir hayli bozunca, gerisin geri kaçmaya başladılar. Düşmanın kaçışını gören ve zaferi ihsan eden Allahü teâlâya şükreden hazret-i Nu’mân, o anda yandan gelen bir okla yaralandı ve çok arzu ettiği şehîdlik mertebesine kavuştu. Yakınında bulunan kardeşi, ağabeyinin şehadetini görmüştü. Koşarak yanına geldi... Üzerine bir örtü örtüp, yere düşen sancağı kaldırdı. Huzeyfe bin Yemân hazretlerine getirip teslim etti. Mugîre bin Şu’be (radıyallahü anh) onlara; “Kardeşlerim! Kumandanımızın şehîd olduğunu, harbin neticesini alıncaya kadar kimseye söylemeyin. Mücâhidlerin maneviyâtı bozulmasın” dedi. Gece karanlık basıncaya kadar kovalamaca devam etti. Yedişer kişilik zincire bağlı askerlerin hareketleri yavaş olduğu için onların tamâmına yetişilmiş ve cezaları verilmişti. Bu savaşta İran’ın zayiatı bir rivayete göre 100.000, diğer bir rivayete göre de 110.000 kişi idi. Komutanları Firûzân da kaçarken yakalanıp öldürüldü. Sayısız ganîmetler ele geçti. Hazret-i Huzeyfe, ele geçen ganimetlerin beşte birini ayırıp Emîr-ül-mü’minîn h’azret-i Ömer’e, Beytülmâle konmak üzere gönderdi. Geri kalanı da askerine taksim eyledi.
Nihâvend zaferi, Fetihlerin fethi diye isimlendirilir. Çünkü, bu zaferden sonra Sâsânîlerin, İranlı mecûsîlerin hâkimiyetine tamamen son verilmiş, artık şehirleri peş peşe düşürülüp müslümanların eline geçmiştir.