ARA
İSLAM TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ

MU’ÎNÜDDÎN-İ ÇEŞTÎ

Hindistan evliyasının büyüklerinden. İsmi, Hasen bin Gıyâsüddîn Hüseyn el-Hüseynî’dir. Mu’înüddîn lakabı ile tanınmıştır. Peygamber efendimizin neslinden ölüp seyyiddir. 1136 (H. 531) senesinde Horasan’da doğdu. 1236 (H. 634) yılında Ecmîr’de vefat etti. Kabri oradadır.

Horasan’da büyüyüp yetişen Mu’înüddîn-i Çeştî’nin babası Gıyâsüddîn Hasen, aslen Senceristanlı olup, sâlih ve müttekî bir zât idi. Üç evlâdı vardı. Mü’înüddîn on bir yaşında iken babası vefat edince, kalan mîrâs üç kardeş arasında taksim edildi. Bu taksimde, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerine bir bağ düştü. Bağla meşgul olduğu bir gün, İbrahim Kandûzî adında bir evliya yanından geçiyordu. Ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi ve elini öptü. Sonra bağına davet edip gölgeye oturttu, üzüm ikram etti. Fakat o zât üzüme rağbet etmeyip, koynundan bir parça kuru ekmek çıkardı. Dişi ile biraz koparıp, Mu’înüddîn-i Çeştî’ye yedirdi. Ekmek parçasını yer yemez, kalbinde birdenbire bir nur hâsıl oldu. Dünyâya bağlılıklarından tamamen söğüdü. Kalbinde büyük bir zevk ve muhabbet-i ilâhî hâsıl oldu. Bundan sonra, babasından kalan bağı ve diğer malları fakirlere sadaka verdi. İlim öğrenmek için seyahatlere çıktı, önce Horasan’a gidip orada Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Aklî ilimleri öğrendi. Buradan Semerkand’a geçti. Irak’a gitmek için yola çıktı. Yolu Harun kasabasına uğradı ve zamanının en meşhûr velîsi Osman Hârûnî hazretlerini tanımakla şereflendi ve talebesi oldu.

Mu’înüddîn-i Ceştî’ye çok alâka gösteren Osman Hârûnî (rahmetullahi aleyh) bir gün ona; “Mu’înüddîn, abdestini tazele!” buyurdu. O da, tazeledi. Sonra; “Kıbleye karşı otur, Bekara sûresini oku!” buyurunca, hemen okudu. Sonra; “Yirmi defa salevât oku” buyurdu. O da emri yerine getirdi. Sonra başına sarık sarıp, hırka giydirdi ve buyurdu ki: “Bir gece bir gün mücâhede yap ve İhlâs sûresini bin defa oku!” Mu’înüddîn-i Çeştî, hocasının bu emrini de yerine getirip, tekrar huzuruna gelince, hocası; “Mu’înüddîn! Başını yukarı kaldır bak!” buyurdu. Kaldırıp bakınca; “Ne görüyorsun?” buyurdu. “Yedi kat semâyı ve Arş’ı görüyorum” dedi. “Tekrar bin İhlâs sûresi daha oku!” buyurdu. İhlâs sûresini bin defa daha okudu. Sonra, “Başını semâya kaldır bak!” buyurdu. Kaldırıp baktı; “Ne görüyorsun?” deyince, “Azamet perdesine kadar her şeyi görüyorum” cevâbını verdi. Sonra; “Gözlerini yum!” buyurdu. O da gözlerini kapattı. “Tekrar oku!” buyurdu, emri yerine getirdi. “Ne görüyorsun?” deyince, “On sekiz bin âlemi seyrediyorum” dedi. Bunun üzerine hocası; “Ey Mu’înüddîn, senin işin tamam oldu” buyurdu, önlerinde bir kerpiç duruyordu. “Bunu al!” buyurdu. Alınca, kerpiç altın oldu. “Bunu, burada bulunan dervişlere paylaştır” deyince, hemen paylaştırdı. Yirmi sene bu hocasının hizmetinde ve sohbetinde bulunup, pek çok feyze kavuştu ve tasavvufda yükseldi.

Bir defasında hocası ile birlikte Kâbe-i muazzamayı ziyarete gitmişlerdi. Kâ’be yanında el açıp dua ettiklerinde, “Mu’înüddîn bizim dostumuzdur” diye bir ses işitildi. Daha sonra buradan Medîne-i münevvereye, Peygamberimiz server-i kâinatın mübarek kabr-i şerîfini ziyarete gittiler. Kabrin başına vardıklarında, hocası; “Mu’înüddîn, selâm ver!” buyurdu. O da selâm verdi. Kabirden; “Ve aleykesselâm ey şeyhlerin kutbu!” diye ses gelip, selâmına cevap verildi. Ziyaretten sonra Bağdâd’a döndüler.

Senelerce hocası Osman Hârûnî’nin derslerine ve sohbetlerine devam edip, tasavvufda yükseldi ve halîfesi oldu. Elli iki yaşına gelince, seyahatlere çıktı. Bağdâd’a gidiyordu. Yolculuğu sırasında, Sencer kasabasında büyük âlim Necmüddîn-i Kübrâ ile tanışıp, birlikte Bağdâd’a geldi. Bir müddet kalıp, Hemedan’a geçti. Hemedan’da, mürşîd-i kâmil Yûsuf Hemedânî’yi tanıyarak sohbetlerinde bulundu ve çok istifâde edip, feyz aldı. Buradan da Herat’a ve Belh’e giderek ilimde ve tasavvufta çok yükselip pek çok talebe yetiştirdi.

Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, Hindistan meşâyihi arasında Çeştî tarikatının imâmı sayılır. Çünkü Hindistan’da İslâmiyet, onun gayreti ve hizmetleri ile yayılmıştır. Sohbetinde bulunan kimseleri çok kısa zamanda tasavvuf hâllerinde yükseltirdi. Bir kimse üç gün onun sohbetine devam etse, yükselir, keramet ve marifet sahibi olmakla şereflenirdi. Mübarek nazarları kime tesadüf etse, doğru yola kavuşurdu. Yedi günde bir, beş miskal (24 gr) kuru ekmeği suya batırır ve öyle yerdi. Hırkasını yamayıp giyer, eskidikçe yine eski yamaları temizleyip, tekrar yamardı. Her gece ve gündüz bir hatim okurdu. Kur’ân-ı kerîmi hatmedince, gâibden; “Ey Mu’înüddîn! Hatmin kabul edildi” diye bir ses işitilirdi.

Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, Resûlullah efendimizin kabr-i şerîflerini ziyareti esnasında; “Dînime hizmet için Hindistan’a git!” emri üzerine, kendisine Hindistan’da İslâmiyet’e hizmet etme vazifesinin verildiğini anlayıp, Resûl-i ekremin emrine uyarak derhâl Hindistan yolunu tuttu. Kendisini sevenlerden kırk kişi de birlikte idi. Bir müddet yolculuktan sonra Hindistan’a ulaştılar. Ecmîr’e yaklaştıklarında, bölgenin racası (prensi), Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin Ecmîr’e gelmekte olduğunu öğrenince; onu tarif ederek, görüldüğü yerde öldürülmesini emretti.

Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri ise, yanında kırk kişi ile birlikte açıkça yollarına devam ettiler. Geldiklerini duyan ve öldürmek üzere Ecmîr racasından emir alanlar, Muî’nüddîn-i Çeştî’yi yolda gördükleri hâlde, hiç biri kendinde onun yanına yaklaşmak cesaret ve gücünü bulamadı. Böylece Mu’înüddîn-i Çeştî yola devam edip, Ecmîr’e girdi. Yanındakiler ile birlikte, bir ağacın altına oturup, istirahat etti. Oturdukları yer, Ecmîr racasının develerinin yattığı bir meydan idi. Orada bir müddet oturduktan sonra, bir kervancı (deveci) geldi. Kalabalık bir cemâatin oturduğunu gördü. Ey fakirler, bu oturduğunuz yer sizin değildir. Burada Mihrâce’nin (Ecmîr prensinin) develeri yatar dedi. Oradakiler hiç karşılık vermediler. Bunun üzerine adam şiddetle yanlarına yaklaştı. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri adamın bu davranışı karşısında ayağa kalktı ve; “Biz buradan gidiyoruz, fakat sizin develeriniz buradan kalkamazlar” dedi. Sonra hoşuna giden güzel bir havuzun başına kondular. Burada ibâdetle meşgul olup, sohbet ederlerken, ilk oturdukları yerden kalkmalarını söyleyen deve bakıcısı yanlarına geldi. Mu’înüddîn-i Çeştî’ye; “Sizi kaldırdığımız yere akşam develer bırakıldı. Sabah olunca, kervancı, develeri kaldırmak için çok uğraştı. Fakat kaldırmak mümkün olmadı. Develer asla kalkmıyor” dedi. Mu’înüddîn-i Çeştî’yi ilk oturduğu yerden kaldırmaları sebebiyle bu iş başlarına gelmişti.

Mu’înüddîn-i Çeştî, havuz başında iken, bir şahıs; “Ey muhterem zât! Bu oturduğumuz yer, Mîr Seyyid Hüseyn’in makamıdır. Zamanında bu diyar, onun emrinde idi” dedi. Mu’înüddîn-i Çeştî bunu öğrenince; “Allahü teâlâya hamd olsun ki kardeşimin mülkünde bulunuyorum! Ecmîr şehrinde putperestlere ait pek çok puthâne vardır. İnşâallah Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın işaret ve yardımı ile bunları yıkacağım” buyurdu.

Mu’înüddîn-i Çeştî geldiği bu yerde oturuyordu. Hizmetçileri arada bir, inek satın alıp kesiyor ve birlikte yiyorlardı. Bu durum ineğe tapanlar ve putperestler tarafından öğrenilince, şiddetli bir kızgınlık ve düşmanlıkla kıvranmaya başladılar. Toplanıp, Mu’înüddîn-i Çeştî ve talebelerini oradan çıkarmayı kararlaştırdılar. Nihayet büyük bir kalabalık hâlinde, ellerinde taş, sopa ve silâhlar olduğu hâlde üzerlerine saldırdılar. Put-perestler yanlarına geldikleri sırada Mu’înüddîn-i Çeştî namaz kılıyordu. Namazda iken, kocaman bir değirmen taşını üzerine yuvarladılar. Taş üzerine gelmek üzere iken talebeleri haber verdiler. Bunun üzerine Mu’înüddîn-i Çeştî selâm verip namazdan çıktı. Ayağa kalktı ve yerden bir avuç toprak aldı. Âyet-el-kürsî’yi okuyup avucundaki toprağı gelen putperestlere doğru attı. Atılan toprağın isabet ettiği her putperest, olduğu yerde kaskatı kesilip, hareket edemez hâle geldi. Ne yapacaklarını şaşırıp perişan oldular.

Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin kerametleri karşısında tutunamayan putperestler, savaşmaktan vazgeçtiler. Puthânelerine” dönüp gittiler ve âciz kaldıklarını belirterek rahiplerinden yardım istediler. Râhib bir müddet susup, sonra; “Ey dostlarım! Sizin o karşılaştığınız zât, kendi dîninde kemâlâta ulaşmış bir kimsedir. Onu ancak sihir ve efsun yaparak yenerim” dedi. Bildiği bütün sihirleri yeniden tâlim edip okudu. Sonra putperestlerin önüne düştü. Mu’înüddîn-i Çeştî’nin bulunduğu yere doğru yürüdüler. Mu’înüddîn-i Çeştî’ye durum bildirilince; “Onun sihri bâtıl bir iştir, hiçte’siri olmaz. İnşâallah onların rahibi doğru yola girecek” buyurdu. Sonra namaza durdu. Yanlarına geldiklerinde, namaz kıldığını gördüler. Hiç birinin yürümeye takati kalmadı. Oldukları yerde donup kaldılar, yaklaşamadılar. Mu’înüddîn-i Çeştî, namazını bitirince dönüp onlara baktı, önlerine düşüp gelen rahipleri, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin mübarek yüzünü görünce, söğüt yaprağı gibi titremeye başladı. Bu hâlden kurtulmak için, her ne kadar putlarının ismini söylemek, ram, ram demek istediyse de, ağzından hep Rahîm, Rahîm, diye ses çıkıyor, Allahü teâlânın ismini söylüyordu. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, yanındakilerden birine bir bardak su verip, rahibe vermesini söyledi. Rahip verilen suyu alıp şevkle içti. İçer içmez gönlü temizlenip müslüman oldu. Mu’înüddîn-i Çeştî, rahibin ismini Sadî koydu.

Raca, bu hâdiseden sonra, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerine karşı, Hindistan’ın en meşhûr sihirbazı olan Ecipâl’ı, Ecmir’e çağırdı. Ecipâl, Mu’înüddîn-i Çeştî’ye doğru giderken yapmak istediği sihri düşünüp hazırlamak istiyor, fakat aklına gelen sihiri hemen unutuyordu. Bir türlü zihnini toplayıp, sihir yapma gücünü kendinde bulamadı. Ecipâl, Mu’înüddîn-i Çeştî’nin yanına gelince, Mu’înüddîn hazretleri Sadî’yi yanına çağırdı ve bir bardak vererek; “Ey Sadî! Şu bardağı al ve şu havuzdan doldur. Doldururken, “Yâ Bedûh de!” buyurdu. Sadî “Yâ Bedûh!” diyerek bardağı havuzun içine daldırdı. Bardak doldu, havuzda hiç su kalmadı. Bu keramet karşısında putperestler, hayretler içinde kalıp, şaşkınlıklarından ne yapacaklarını bilemediler.

Mu’înüddîn-i Çeştî’nin kerameti karşısında âciz ve çaresiz kalındığını gören sihirbaz Ecipâl, geri dönüp Raca’ya; “Bütün sihirbazlar âciz kaldılar. Fakat bu iş benim işimdir. Ancak ben bu işi tek başıma başarırım” dedi. Fakat ne yaptı ise o da âciz kaldı. Sonunda, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin verdiği bir bardak suyu içince, hemen değişti, gönlü aydınlanıp küfür ve sapıklıktan kurtuldu. Kelime-i şehâdet söyleyerek müslüman oldu. Mu’înüddîn-i Çeştî’nin teveccühü ile yüksek makamlara ve üstün derecelere kavuştu.

Bütün bu hâdiseler, Ecmîr racası ve Hindistan’ın diğer racaları tarafından hayret ve şaşkınlıkla tâkib edildi. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin karşısında âciz ve çaresiz kaldılar. Müslüman olup, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerine uymakla şereflenen Sadî ve Ecipâl, hocalarına; “Efendim, Ecmîr şehrinin ortasında bir yere yerleşmenizi, böylece bütün halkın sizden istifâde etmesini arzu ediyoruz” dediler. Bu teklifleri kabul edildi. Mu’înüddîn-i Çeştî, Muhammed adında bir talebesine; “Git, şehrin ortasında bizim için münâsib bir yer hazırla, oraya yerleşeceğiz” buyurunca, emri yerine getirildi. Mu’înüddîn-i Çeştî, hazırlanan bu yerde dergâhını kurup, talebeleriyle birlikte oraya yerleşti. Sonra, talebelerin den bir kaç kişiyi Raca’ya gönderdi. Ona; “Ey katı kalbli kimse! Putperestliği bırak! Allahü teâlâya îmân edip, müslüman ol! Yoksa hakîr, zelîl ve çok pişman olur, âh edersin” demelerini tenbîh etti. Talebeleri emir üzerine, Raca ile görüstüler. Söylenilen sözleri aynen bildirdiler. Fakat Raca’nın kalbindeki zulmet kilidi açılmadı ve asla îmân etmedi, müslüman olmaktan mahrum kaldı. Gelenleri geri çevirdi.

Fârisî beyt tercümesi:

“Bahtı kara olan kimsenin, yüzkarasını,
Kevser çeşmesinin suyu da beyazlatamaz.”

Raca’yı İslâm’a davet etmek için giden talebeler, Raca’nın kabul etmemesi üzerine gelip, durumu Mu’înüddîn-i Çeştî’ye bildirdiler. Bunun üzerine gözlerini yumup, bir müddet murakabeye daldı. Sonra gözlerini açıp; “Eğer bu bedbaht kimse, Allahü teâlâya îmân etmezse, onu İslâm ordusunun askerlerine teslim ederim” buyurdu. Aradan kısa bir müddet geçti. Gerçekten islâm ordusu Ecmîr’e geldi.

Sultan Muizzüddîn (Şihâbüddîn) Gûrî, Horasan’da bulunduğu sırada, rüyasında Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerini gördü. Onun huzurunda edeble ayakta duruyordu. Mu’înüddîn-i Çeştî ona; “Şihâbüddîn! Allahü teâlâsana Hindistan sultanlığını ihsan etmiştir. Hemen bu tarafa doğru harekete geç! Bedbaht Raca’yı tutup, cezasını ver” buyurdu. Uyanınca hayrete düsen Sultan Şihâbüddîn, rüyasını fazîlet sahibi âlimlere anlatıp, tâbirini sordu. Âlimler; “Sana müjdeler olsun ey Sultan Şihâbüddîn, oraları fethedeceksin! Endişelenme, gönlünü hoş tut. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri sana himmet edecek” dediler. Bunun üzerine Sultan Şihâbüddîn, ordusunu alıp, Hindistan’a hareket etti. Hindistan’da Ecmîr racasının ordusuyla karşılaştı. Şiddetli savaşlar yapıldı. Neticede, Sultan Şihâbüddîn galip geldi ve Raca yakalanıp esîr edildi. Sultan Şihâbüddîn ve ordusu, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin himmetiyle zaferden zafere koştu. Ecmîr’den Dehli üzerine yürüyen İslâm ordusu, Dehli racası Pethûra’nın ordusunu mağlûb edip, kendisini esir aldılar. Sultan Şihâbüddîn, Dehli’de saltanat tahtına oturdu. Dörtbeş sene kadar Hindistan’da kaldıktan sonra Gazne’ye döndü (Bkz. Gurlular). Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin himmet ve tasarruflarıyla, İslâmiyet, Hindistan’da her tarafa yayıldı. Pek çok insan küfür hastalığından kurtulup, müslüman olmakla şereflendi. Mu’înüddîn-i Çeştî’nin (rahmetullahi aleyh) talebeleri, ve bunların da talebeleri, Hindistan’da asırlarca İslâm’a hizmet ettiler.

Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, vefatından kırk gün evvel, Dehli’de bulunan talebesi Hâce Kutbüddîn’in acilen Ecmîr’e gelmesini istedi. Bu haber Hâce Kutbüddîn’e ulaşır ulaşmaz hemen yola çıktı. Ecmîr’e geldi. Bir gün talebelerine; “Ey dervişler! Biliniz ki ben bir müddet sonra bu dünyâdan ayrılırım” buyurdu. Bu söz talebelerine ve kendisini tanıyıp sevenlerin üzerine bir üzüntü bulutu gibi çöküverdi. Yanında bulunan ve yazıcılık hizmetini gören Ali Sencerî’ye, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyar Kâkî’nin, Dehli’ye gitmesini emreden bir ferman yazdırdı. “Onu, vekîl tâyin ettim. Bizim Çeştî hâcegânının (Çeştiyye yolu büyüklerinin) mukaddes emânetlerini (bunlara mahsus olan bâzı eşyayı) ona verdim” buyurdu ve Hâce Kutbüddîn’e hitaben; “Senin yerin Dehli’dir” buyurdu. Hâce Kudbüddîn hazretleri bundan sonrasını şöyle anlatıyor: “Dehli’ye gitmek üzere Ecmîr’den ayrılacağım zaman hocamın huzuruna çıktım. Külahını başıma koydu. Mübarek elleriyle sarığı sardı. Sonra, hocası Osman Hârûnî’nin asasını, kendi okuduğu Kur’ân-ı kerîmi, seccadesini,’nalınlarını verdi ve; “Bunlar, bana hocam Hâce Osman Hârûnîtarafından emânet edilen ve Çeştiyye büyüklerinin elden ele devrederek bize ulaştırdıkları mukaddes emânetlerdir. Şimdi bunları sana veriyorum. Bunlara lâyık olduğunu, senden önce bu emânetleri taşıyanların yaptıkları gibi güzel hizmet ederek isbât etmelisin. Eğer bunlara lâyık olmazsan, ben, bu emânetleri lâyık olmayan birine teslim ettiğim için kıyamet günü Allahü teâlânın, Resûlullah’ın ve bu emâneti bizlere ulaştıran mübarek büyüklerimizin huzurunda mahcûb olurum” buyurdu.

Bundan sonra, Hâce Kutbüddîn, bu nîmetlere şükür olarak ve çok mes’ûliyetli olan vazifesinde kolaylık vermesi için Allahü teâlâya niyaz ile iki rek’at namaz kılıp göz yaşları içinde dua etti. Daha sonra, Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, bu kıymetli halîfesinin (vekîlinin) elini tutarak; “Kendimde bulunan bütün ilim ve hâlleri sana vererek, bulunduğum mertebeye seni yükselterek vazifemi yapmış bulunuyorum ve seni Allahü teâlâya emânet ediyorum” dedi. Sonra şöyle buyurdu: “Biliniz ki, şu dört şey tasavvufun esâslarındandır. 1-Bu yolda yürümek arzusunda bulunan bir sâlik, aç ve fakir olsa da, hâlinden şikâyetçi olmamalı, dışarıdan tok ve hâli vakti yerinde olarak görünmelidir. 2-Fakirleri maddî ve manevî olarak doyurmalıdır. 3-Allahü teâlânın ihsan ettiği nîmetlere şükredemediği, O’na lâyık ibâdet yapamadığı, akıbetinin ise nasıl olacağını bilemediği için, kendi içinden dâima üzgün bir hâlde bulunmalı, fakat başkalarını üzmemek, asık suratlı imiş gibi görünmemek için dışarıdan çok neş’eli, mes’ûd ve memnun görünmelidir. Kendisine eziyet ve sıkıntı verenleri affetmeli; insanlara karşı lüzumlu olan nezâket ve sevgiyi her zaman göstermelidir.” Bundan sonra, Hâce Kut-büddîn hazretleri, öpmek için hocasının ayaklarına eğildi. Hocası müsâade etmeyip, hemen kaldırdı. Muhabbetle sarıldılar. Hâce Mu’înüddîn hazretlerinin talebelerine bir tavsiyesi de; “Büyüklerimizin bildirdiği saadet yolundan ayrılmayınız! Bu mübarek vazifede cesur bir er olduğunuzu isbât ediniz, gösteriniz!” şeklinde idi. Bundan sonra, muhabbetin ve acı ayrılığın te’siri ile tekrar birbirlerine sarıldılar ve gözyaşları içinde ayrıldılar. Hâce Kutbüddîn, Dehli’ye geldikten yirmi gün sonra da, Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri vefat etti.

Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, vefat edecekleri gece, yatsı namazından sonra odasının kapısını kapayıp, içeriye hiç kimseyi, hattâ husûsî eshâbını bile almadı. Ancak bâzı talebeleri kapının önünde durmuşlardı. Bütün gece odadan sesler geldi. Sabah namazı vaktinde ses kesildi. Sabah namazına kaldırmak için, kapısına ne kadar vurdularsa, kapı açılmadı. Kapıyı açıp içeri girdiklerinde, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin vefat edip, Hakk’a kavuştuğunu gördüler. Peygamber efendimiz, o gece oradaki bir çok evliyaya rüyalarında; “Biz bugün, Allah’ın sevgili kulu Şeyh Mu’înüddîn-i karşılamağa geldik” buyurmuştur.

Ecmîr’de dergâhının bulunduğu yerde defn edildi. Kabri önce kerpiçden, daha sonra taştan yapıldı, önce hâce Hasen Nâgûrî tarafından tamir ettirildi. Daha sonra Şihâbüddîn Muhammed Şah Cihan tarafından, türbesi yanına mermerden gayet güzel bir mescid yaptırılmıştır.

Ömrü boyunca pek çok insanın îmânla şereflenmesine vesîle olan Mu’înüddîn-i Çeştî (rahmetullahi aleyh), bir çok da talebe yetiştirdi. Bunların en meşhûrları; Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî el-Ûşî, kendi oğlu Hâce Ferîdüddîn, Hamîdüddîn Nâgûrî Sûfî, Şeyh Vecihüddîn Sa’d bin Zeyd, Hâce Burhâneddîn, kızı Bibi Hâfıza-i Cemâl, Şeyh Muhammed Türk, Şeyh Ali Sencerî, Hâce Yadigâr, Abdullah Beyâbânî gibi çok sayıda kıymetli zâtlardır.

“Muhabbetin alâmeti itaat etmekdir. Muhabbette gevşeklik olmaz.”

“Derviş o kimsedir ki, kendisine ihtiyâcını söyleyen hiç kimseyi mahrum etmez, ihtiyaçlarını karşılar.”

“Senelerce ilim ve marifet taleb edip, dergâhda kaldım. Netîcede, hayret ve heybet buldum. Böylece kurb (Allahü teâlâya yakınlık) menziline ulaştım. Dünyâ ehlini, dünyâya düşkün olanları, dünyâ ile meşgul buldum. Ahîreti düşü-nen, âhiret ehlini mahcûb buldum. Tasavvuf ehli ve takva sahibi olduğunu iddia eden sahtekâr kimselerden ise uzak durup, yüz çevirdim.”

“Kurtuluş; sâlihlerin, büyüklerin sohbetindedir. Bir kimse her ne kadar kötü de olsa, büyüklerin sohbetinde bulunmak onu kurtarır ve yükseltir. Sâlihlerin sohbetine devam eden kimse iyi bir kişi ise, kısa zamanda olgunlaşıp yükselir.”

MU’ÎNÜDDÎN’İ ÇAĞIRINIZ!

Mu’înüddîn-i Çeştî, gittiği her beldede kabristanları ziyaret eder, orada bir müddet kalırdı. Vardığı yerde tanınıp meşhûr olunca, orada durmaz, kimsenin haberi olmadan, gizlice çıkıp giderdi. Bu seyahatlerinden biri de Mekke’ye olmuştur. Mekke-i mükerremeye gidip, Kâbe-i muazzamayı ziyaret etti. Bir müddet Mekke’de kalıp, oradan Medîne-i münevvereye gitti. Peygamberimiz server-i âlem Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyaret etti. Bir müddet de Medine’de kaldı. Bir gün, Mescid-i Nebî’de iken, Ravda-i mutahheradan, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin türbesinden; “Mu’inüddîn’i çağırınız” diye bir ses işitildi. Bunun üzerine türbedâr; “Mü’înüddîn!” diye bağırdı. Birkaç yerden “Efendim!” sesi işitildi. Sonra da; “Hangi Mu’înüddîn’i istiyorsunuz? Burada Mu’înüddîn adında bir çok kişi var” dediler. Bunun üzerine türbedâr geri dönüp, Ravda-i mutahheranın kapısında ayakta durdu, iki defa, “Mu’înüddîn-i Çeştî’yi çağır!” diye nida eden bir ses işitti. Türbedâr bu emir üzerine cemâate karşı; “Mu’înüddîn-i Çeştî’yi istiyorlar!” diye bağırdı. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri bu sözü işitince, bambaşka bir hâle girdi. Ağlayıp, gözyaşları dökerek ve salevât okuyarak Peygamberimizin türbesine yaklaştı ve edeble ayakta durdu. Bu sırada; “Ey Kutb-i meşâyıh içeriye gel!” diye bir ses işitince; kendinden geçmiş bir hâlde, Resûl-i ekremin türbesine girdi ve sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı görmekle şereflendi. Peygamberimiz; “Sen benim dînime hizmet edicisin. Senin Hindistan’a gitmen gerekir. Hindistan’a git! Hindistan’da Ecmîr denilen bir şehir vardır. Orada benim evlâdımdan (torunlarımdan) Seyyid Hüseyn adında biri var. Oraya cihâd ve gaza niyetiyle gitmişti. O şu anda şehîd oldu. Orası kâfirlerin eline düşmek üzere, senin oraya gitmen sebeb ve bereketiyle, islâmiyet orada yayılacak ve kâfirler hakîr olacaklar, güçsüz ve te’sirsiz kalacaklar” buyurdular. Sonra ona bir nar verip; “Bu nara dikkatle bak ki; nereye gitmen gerekiyor görüp, anla!” buyurdu. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, Server-i âlemin verdiği narı alıp, emredildiği gibi baktı, şark ve garbı tamamen gördü. Gideceği Ecmîr şehrini ve dağlarını da görüp dikkatle baktı. Bundan sonra Peygamberimizi göremedi. Fatiha okuyup dua etti ve yardım dileyip, Ravda-i mutahheradan (Peygamberimizin türbesinden) ayrıldı.

KALBÎN, ALLAHÜ TEÂLÂ YA ÎTÂATİ.

Talebesi Hâce Kutbüddîn-i Şîrâzî’ye yazdığı mektubda, Mu’înüddîn-i Çeşfi şöyle buyuruyor: “Kıymetli kardeşim Delhili Hâce Kutbüddîn. Allahü teâlâ sana her iki cihan saadeti nasîb eylesin. Şunu yazmak isterim ki, Hakk’ı arayan hakîkî talebelerime bildireceğim manevî bilgileri bildir de, felâkete uğramasınlar. Allahü teâlâyı tanıyan, O’ndan bir şey istemediği gibi, herhangi bir arzuya sâhib olmaz. O’nu tanımayanlar bunları anlamaz. Diğer bir nokta ise, tama’ı bırakmaktır. Tamâ’ı bırakan istediği şeylere kavuşur. Allahü teâlâ böyle kimseler hakkında; “İsteklerine gem vuran, Cennet’e girer” buyurdu. Kalbini Allahü teâlâdan çeviren ve aşırı isteklere düşen, belâ kefenine sarılır ve pişmanlıklar mezarına gömülür. Aşırı isteklerini bırakıp, kalbini Allahü teâlâya çeviren, af kefenine sarılır ve kurtuluş mezarına gömülür. Allahü teâlânın istediğini kabul eden, O’nun korumasına kavuşur.

Şimdi, eğer tasavvufun ne olduğunu bilmek istersen, her türlü rahatlığı bırak, bu yolun büyüklerinin sevgisini kalbine yerleştir. Eğer bunları yaparsan, tasavvufun sırları sana açılmaya başlar. Allahü teâlâyı isteyen, bunu, hem kalbi, hem de ruhu ile beraber yapmalıdır. İnşâallah kalb, şeytanın şerrinden korunur ve her iki dünyâda isteklerine kavuşur. Benim hocam, Allahü teâlâ ona yüksek dereceler versin, bir kere bana; “Mu’înüddîn, Allahü teâlânın huzurunda bulunan kimseyi biliyor musun?” diye sordu ve şöyle buyurdu: “O dâima itaattedir. Allahü teâlâdan ne gelirse kabul eder, verilenlerdeki nimetleri görür, işte bu, bağlılıkta en önemli şeydir. Buna sâhib olan, dünyâ sultânıdır. Selâm ederim.”

TÜM CİLDLER
CİLDDEKİ İÇERİKLER