Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin göklere çıkarılması, bilinmeyen yerlere götürülmesi. Bu hâdise, Receb ayının yirmi yedinci gecesine rastlar. Mi’râc; lügatte, merdiven anlamına gelmektedir.
Mekke ahâlisi îmân etmiyor, müslümanlara çok sıkıntı veriyordu. Müşrikler işkenceye başlamış, işi azılmışlardı. Resûlullah çok üzüldü. Hicretten bir yıl önce, 621 senesinde elli iki yaşında idi. Zeyd bin Hârise’yi alarak Taife gitti. Tâif halkına bir ay nasîhat eyledi. Hiç kimse îmân etmedi. Alay ettiler, işkence yaptılar, yuhaladılar. Çocuklar taşa tuttular. Üzüntülü ve yorgun bir hâlde geri dönerken mübarek bacakları yaralandı. Zeyd’in başı kan içinde kaldı. Sıcağın çöktüğü bir zamanda, yol kenarına, bitkin bir hâlde oturdular. Orada bulunan bağ sahibi, Rebî’aoğulları, Utbe ve Şeybe adında zengin iki kardeş, köleleri Addâs ile, birer salkım üzüm gönderdi.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem üzümü yerken Besmele okudu. Addâs hıristiyan idi. Bunu işitince şaşırdı ve; “Yıllarca buradayım. Kimseden böyle söz duymadım. Bu nasıl sözdür?” dedi. Resûlullah; “Sen neredensin?” buyurdu. Addâs; “Nineveliyim” dedi. Resûlullah; “Yunus’un (aleyhisselâm) memleketinden imişsin” buyurdu. Addâs; “Sen Yûnus’u nereden tanıyorsun? Onu, buralarda kimse bilmez” dedi. Resûlullah; “O benim kardeşimdir. O da, benim gibi peygamber idi” buyurdu. Addâs; “Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sahibi yalancı olamaz. Ben inandım ki, sen Allah’ın Resûlüsün” dedi. Müslüman oldu. “Yâ Resûlallah! Yıllarca bu zâlimlere, bu yalancılara kulluk ediyorum. Herkesin hakkını yiyorlar, insanları aldatıyorlar. Hiç iyi tarafları yok. Dünyalık toplamak, şehvetlerini yapmak için her alçaklığı göze alıyorlar. Onlardan nefret ediyorum. Sizinle birlikte gitmek, size hizmetle şereflenmek, câhillerin, ahmakların size yapacağı saygısızlıklara hedef olmak, mübarek vücûdunuzu korumak için feda olmak istiyorum” dedi.
Resûlullah, tebessüm etti ve.; “Şimdi efendilerinin yanında kal. Az zaman sonra, adımı her yerde işitirsin. O zaman bana gel” buyurdu. Bir müddet istirahat edip, yaralarını, kanlarını sildiler. Mekke’ye yürüdüler. Karanlıkta şehre girdiler. Bir kaç ay Mekke’de çok sıkıntılı geçti. Bir gece amcası Ebû Tâlib’in kızı Ümm-i Hânî’nin Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi. Ümm-i Hânî, o zaman îmân etmemişti. “Kimdir o?” dedi. Resûlullah; “Amcan oğlu Muhammed’im. Kabul edersen, misafir geldim” buyurdu. Ümm-i Hânî; “Senin gibi doğru sözlü, emîn, asîl, şerefli misafire canım feda olsun. Yalnız, teşrîf edeceğinizi önceden bildirseydiniz, bir şeyler hazırlardım. Şimdi yedirecek bir şeyim yok” dedi. Resûlullah; “Yiyecek, içecek istemem. Hiç biri gözümde yok. Rabbime ibâdet etmek, yalvarmak için bir yer bana yetişir” buyurdu. Ümm-i Hânî, Resûlullah’ı içeri alıp, bir hasır, leğen, ibrik verdi. Gelen misafire ikram etmek, onu düşmandan korumak, Arablar için en şerefli vazife sayılırdı. Bir evdeki misafire zarar gelmesi, ev sahibi için büyük yüz karası olurdu. Ümm-i Hânî düşündü. “Bunun Mekke’de düşmanları çok. Hattâ öldürmek istiyenler var. Şerefimi korumak için, sabaha kadar onu gözeteyim” dedi. Babasının kılıcını alıp, evin etrafında dolaşmaya başladı.
Resûlullah, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, afv dilemeğe, kulların îmâna gelmesi, seâdete kavuşmaları için duaya başladı. Çok yorgun, aç, üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.
O anda, Allahü teâlâ Cebrail aleyhisselâma; “Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mübarek bedenini, nâzik kalbini çok incittim. Bu hâlde, yine bana yalvarıyor. Benden başka, hiç bir şey düşün-müyor. Git! Habîbimi getir! Cennet’imi, Cehennem’imi göster. O’na ve O’nu sevenlere hazırladığım nîmetleri görsün. O’na inanmıyanlara, sözleri, yazıları ve hareketleri ile O’nu incitenlere hazırladığım azâbaları görsün. O’nu ben tesellî edeceğim. O’nun nâzik kalbinin yaralarını ben gidereceğim” buyurdu. Cebrail aleyhisselâm, bir anda Resûlullah’ın yanına geldi. Mışıl mışıl uyuyor gördü. Dürtmeğe, uyandırmağa kıyamadı. İnsan şeklinde idi. Mübarek ayağının altını öptü. Kalbi, kanı olmadığı için, soğuk dudakları, Resûlullah’ı uyandırdı. Cebrail aleyhisselâmı hemen tanıdı ve; “Ey Cebrail kardeşim! Böyle vakitsiz niçin geldin. Yoksa bir hatâ mı ettim. Rabbimi gücendirdim mi? Bana acı haber mi getirdin?” buyurdu ve Rabbinin darılacağından çok korktu.
Cebrail aleyhisselâm; “Ey bütün yaratılmışların en üstünü! Ey yaratanın sevgilisi! Ey peygamberlerin efendisi, iyilikler menba’ı, üstünlükler kaynağı olan şerefli Peygamber! Rabbin sana selâm ediyor. Hiç bir peygambere, hiç bir mahlûkuna vermediği nimeti sana ihsan ediyor. Seni kendine davet ediyor. Lütfen kalk. Buyur, gidelim” dedi. Kabe yanına geldiler. Orada bir kimse geldi. Göğsünü yardı. Kalbini çıkardı. Zemzem suyu ile yıkadı. yine yerine koydu. Sonra Cennet’ten gelen Burak adındaki beyaz hayvana binip, biranda Kudüs’de, Mescid-i Aksa’ya geldiler. Cebrail aleyhisselâm kayayı parmağı ile deldi. Burak’ı oraya bağladı. Geçmiş peygamberlerden bâzısının ruhları insan şeklinde orada idi. Cemâatle namaz için Âdem, Nuh, İbrahim peygamberlere, imâm olmalarını sıra ile söyledi. Hiç biri kabul etmedi, özür dilediler. Kusurlu olduklarını söylediler. Cebrail aleyhisselâm, Habîbullah’ı ileri sürdü. “Sen varken, başkası imâm olamaz” dedi. Namazdan sonra, mescidden çıkıp bilinmiyen bir mi’râc ile, bir ânda, yedi kat gökleri geçtiler. Her gökte bir büyük peygamberi gördü. Cebrail aleyhisselâm, Sidre’de kaldı ve kıl kadar ilerlersem, yanar, yok olurum!” dedi. Sidret-ül-müntehâ, altıncı gökte bulunan büyük bir ağaçtır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Cennet’i, Cehennem’i, sayısız şeyleri görüp, Refref adındaki bir Cennet yaygısı üstünde olarak Kürsî, Arş ve ruh âlemlerini geçip, bilinmiyen, anlaşılmıyan, anlatılamıyan şekilde, Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekansız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vasıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Hiç bir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı nimetlere kavuşup, bir anda Kudüs’e ve oradan da Mekke-i mükerremeye Ümm-i Hânî’nin evine geldi. Yattığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi durmamış idi. Dışarda dolaşan Ümm-i Hânî uyuklamış, bir şeyden haberi olmamıştı. Kudüs’den Mekke’ye gelirken, Kureyş’in kervanına rastladı. Kervandaki develerden biri ürktü ve yıkıldı.
Sabah olunca, Kabe yanına gidip mi’râcını anlattı. İşiten kâfirler alay etti. Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış dediler. Müslüman olmağa niyeti olanlar da vaz geçti. Birkaçı, sevinerek hazret-i Ebû Bekr’in evine geldi. Çünkü, bunun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccâr olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular: “Ey Ebû Bekr! Sen çok kerre Kudüs’e gittin-geldin, iyi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek, ne kadar zaman sürer?” dediler. Ebû Bekr; “İyi biliyorum. Bir aydan fazla” dedi. Kâfirler bu söze sevindi. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur” dediler. Gülerek, alay ederek ve Ebû Bekr’in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek; “Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip-geldiğini söylüyor. Artık iyice sapıttı” diyerek, Ebû Bekr’e sevgi, saygı ve bağlılık gösterdiler. Ebû Bekr (radıyallahü anh), Resûlullah’ın mübarek adını işitince; “Eğer o söyledi ise inandım. Bir anda gidip gelmiştir” deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlıyamadı. Önlerine bakıp gidiyor ve; “Vay canına! Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekr’e sihr yapmış” diyorlardı.
Hazret-i Ebû Bekr hemen giyinip, Resûlullah’ın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle; “Yâ Resûlallah! Mi’râcınız mübarek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalbleri alan, ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nîmetlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana feda olsun!” dedi. Ebû Bekr’in sözleri, kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, îmânı zayıf bir kaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, o gün hazret-i Ebû Bekr’e Sıddîk dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.
Kâfirler bu hâle çok kızdı. Mü’minlerin kuvvetli îmânına, Peygamberin sallallahü aleyhi ve sellem hersözüne hemen inanmalarına, O’nun çevresinde pervane gibi toplanmalarına dayanamadılar. Resûlullah’ı mahcûb, mağlûb etmek için, imtihan etmeğe yeltendiler.
“Yâ Muhammed! Kudüs’e gittim diyorsun. Söyle bakalım! Mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var?” gibi şeyler sordular. Hepsine cevap verirken, hazret-i Ebû Bekr; “Öyledir yâ Resûlallah, öyledir yâ Resûlallah” derdi. Hâlbuki Resûlullah efendimiz edebinden, hayasından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı. Buyururdu ki; “Mescid-i Aksa’da etrafıma bakmamıştım. Sorduklarını görmemiştim. O anda Cebrail aleyhisselâm, Mescid-i Aksâ’yı gözümün önüne getirdi. (Televizyon gibi). Görüyor, sayıyordum. Sorulanlara, hemen cevâb veriyordum” Yolda develi yolcular gördüğünü söyledi, “İnşâallah Çarşamba günü gelirler” buyurdu. Çarşamba günü güneş batarken, kervan Mekke’ye geldi. Fırtına eser gibi olduğunu, bir devenin yıkıldığını söylediler. Bu hâl, mü’minlerin îmânını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığını arttırdı.