ARA
İSLAM TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ

MEZHEB

Mutlak müctehid bir âlimin, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için, müslümanların inanmaları ve yapmaları îcâb eden hususlara dâir dînî delillerden çıkarıp bildirdikleri hükümler. Mezheb kelimesi, lügatte; gitmek, tâkib etmek ve gidilecek yol... demektir, îtikâdî ve amelî olmak üzere iki kısımda mütâlâa edilir.

İtikadı mezhebler: Asr-ı Seâdet’te Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm) din bilgilerini Resûlullah’dan sallallahü aleyhi ve sellem öğreniyorlardı. Peygamber efendimizin sohbetleri bereketiyle îtikâdları gayet saf, berrak ve temiz idi. Asr-ı Seâdet’e yakın olmaları ve Sahâbe-i kiramın (r. anhüm ecmaîn) sohbetiyle şereflenmeleri sebebiyle Tâbiîn-i izâm’ın durumu da böyle idi. Bunun yanında hâdiseler ve dolayısıyla ihtilâflar az idi. Herhangi bir mes’ele ortaya çıkınca, güvenilir âlimlere sorma imkânı da vardı. Bu sebeble din bilgilerini tedvîn etmeye ihtiyaç hissedilmemişti. Fakat zamanla, İslâm düşmanları, müslümanların birliğini ve îtikâdlarını bozmak için faaliyete giriştiler. Abdullah bin Sebe’ isminde Yemenli bir yahûdî, müslümanlar arasında ilk fitneyi çıkardı. Hazret-i Osman’ın şehîd edilmesinden sonra Cemel ve Sıffîn muharebelerinin meydana gelmesine sebeb oldu. Bozuk bir çığır açtı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin Eshâbını kötülemeğe kalkıştı. Bilâhere Abdullah bin Sebe’ye uyarak; “Hilâfet, hazret-i Ali’nin hakkı idi” deyip, Eshâb-ı kirama düşman olanlar ortaya çıktı. (Bkz. Şîa).

Bu arada yapılan fetihler sebebiyle, müslümanların hâkimiyetine giren yerlerde, farklı inanışta bulunan kimseler, önceki bozuk inanışlarını ve fikirlerini yaymaya, müslümanların îtikâdlarını bozmaya, zihinlerini karıştırmaya başladılar.

Ayrıca kaderi inkâr edenler ortaya çıktı. Abdullah bin Ömer’e (v. 692/73) böyle kimseler haber verildiğinde, kendisinin öyle kimselerden, onların da kendisinden berî (uzak) olduğunu bildirdi.

Yine hazret-i Ali’nin, hakem tâyini yoluyla hilâfeti, hazret-i Muâviye’ye bırakmasını beğenmeyip, hazret-i Ali’ye karşı çıkan haricîler zuhur etti. Resûlullah’ın Eshâbı hakkında kötü ve çirkin sözler söylediler. Büyük günâh işliyenin kâfir olduğunu iddia ettiler (Bkz. Haricîler).

Tabiînin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin ileri gelenlerinden Hasen-i Basrî’nin (v. 728/110) ilim meclisine gelen bir kişi; büyük günâh işleyenin durumunun ne olduğunu sordu. Hasen-i Basrî, söze başlamadan, orada bulunan Vâsıl bin Ata (v. 748/131) söze başlayıp; “Büyük günâh işleyen; mü’min değildir, kâfir de değildir. Küfür ile îmân arasında bir yerdedir” dedi. Bu asılsız sözünde inâd ve ısrar eyledi. Halbuki Ehl-i sünnete göre büyük günâh işleyen fâsık olsa da mü’mindir. Nihayet Hasen-i Basrî, onu meclisinden kovdu. O da i’tizâl etti, ayrılıp gitti. Bu sebeble ona ve tâbîlerine mu’tezile dendi. Mu’tezilîler, bu sırada tercüme edilmekte olan Yunan felsefesinin de te’sirinde kalarak akla çok güvendiler. Felsefe metodunu benimseyerek felsefecilere uydular. Akâid mevzuunda aklı esas âldılar. Akılla îzâhı mümkün olmayan, müteşâbih âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri kendi akıllarına göre açıkladılar. Peygamberlerin aleyhimüsselâm bildirmesi ile bilinebilecek bilgilerden olan âhıret hâlleri mevzuunda bile, akla öncelik verip, vahyi ve nakli te’vil ettiler. Böylece, hicretten yüz sene sonra, vahyi ve nakli, akla uydurmaya çalışan bir tavır ortaya çıktı. Bu inanışta olan kimselerin akıllarına uygun olarak getirdikleri delîl ve inanç esaslarının toplamına mu’tezile kelâmı dendi. Vâsıl bin Ata ve diğer mu’tezile âlimleri, kendi bozuk inanışlarını ihtiva eden eserler yazdılar. “Kul, kendi fiillerini kendi yaratır” diyerek, kaderi inkâr ettikleri için, mu’tezileye kaderiyye de denildi. Mu’tezile’nin ortaya çıktığı sırada, diğer dalâlet fırkaları da zuhur etmeye başladı. Ancak yetmişiki bid’at fırkasının hepsi hicrî ikinci asırdan sonra yayılmaya başladı. Mu’tezile ve diğerleri gibi bir kısmının kurucuları daha önce yaşamış ise de, kitaplarının yazılması, toplu olarak ortaya çıkmaları, Tâbiîn-i ızâm’dan sonra olmuştur.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, ümmetinin böyle fırkalara ayrılacağını haber vererek; “Benî İsrail, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlordan yetmişi Cehennem’e gidip, ancak bir fırka kurtulmuştur. Nasârâ da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem’e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırka kurtulur” buyurdu. Eshâb-ı kiram bu bir fırkanın kimler olduğunu sorduk da; “Cehennem’den kurtulan fırka, benim ve Esbabımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfin dört Sünen kitabında bulunduğu Milel-Nihâl kitabının tercümesinde yazılıdır. O Cehennem’den kurtulan fırka, Ehl-i sünnet ve cemâatdır ki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin ve Eshâbının yoluna sarılmışlardır. Resûlullah’ın ve Eshâb-ı kiramın yolundan ayrılanlar ehl-i bid’atten oldular. Bunlara bid’at fırkaları denildi. Bid’at fırkalarının aslı; şîa, mu’tezile, havâric, cehmiyye, mürcie, neccâriye, dırâriyye, kilâbiyye ve müşebbihe olmak üzere dokuzdur. Kollarıyla birlikte yetmiş ikiye çıkmışlardır. Mu’tezile ve diğer bid’at fırkaları ortaya çıktıklarında, müslümanların îtikâdlarını neredeyse bozacaklardı. Bu sırada fikir ayrılıkları meydana geldi. Hevâ ve heveslere uyuldu. Nihayet bid’atlere meyletmeler oldu. Hâdiseler artıp, îmân ve amele dâir fetva almak için âlimlere müracaatlar çoğaldı. Pek çok fetva verildi. Bunun üzerine Tabiîn ve Tebe-i tabiînin büyükleri îmân ve amel bilgilerini tedvîn etme ihtiyâcını hissettiler. Bu sırada yetişen mezheb imamları ve onların talebeleri olan büyük âlimler (rahmetullahi aleyhim ecmâîn), bid’at ehlinin zararlarını def ederek Ehl-i sünnetin esaslarını bildirip müdâfaasını yaptılar. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe (v. 767/150) ve meşhûr talebeleri İmâm-ı Ebû Yûsuf (v. 731/182) ve İmâm-ı Muhammed (v. 805/189), İmâm-ı Mâlik (795/179), İmâm-ı Şafiî (v. 819/204), İmâm-ı Ahmed bin Hanbel (v. 855/241) (rahmetullahi aleyhim ecmâîn) hep bu zamanda yaşadılar. Ehl-i sünnet itikadını kuvvetlendirip, ehl-i bid’atı rezîl ve rüsvâ ettiler.

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh), Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve setlem ve Eshâb-ı kiramın radıyallahü anhüm ecmâîn bildirdiği îmân ve îtikâd bilgilerini toplayıp yüzlerce talebesine bildirdi. Ehl-i sünnet îtikâdını anlatan El-Fıkh-ul-ekber kitabını yazdı. Bundan başka El-Fıkh-ul-ebsat, El-Âlim vel-müteallim gibi daha başka kitaplarında da Ehl-i sünnet itikadını anlattı. Ayrıca, Redd-i Havâric ve Redd-i Kaderiyye kitabları ile bozuk fırkalara cevâblar verdi. Yine bu devirde Süfyân-ı Sevrî de, Zehebî’nin Tezkiret-ül-huffâz’ında mevcut olan ve Ehl-i sünnet akaidini anlatan metnini yazdı. Bunlar ve benzeri eserlerle Selef-i sâlihîn devrinde Ehl-i sünnet akaidi tedvîn edilmiş oldu. Selef-i sâlihîn, ilk iki asrın müslümanlarıdır. Bunlar; Eshâb-ı kiram (r. anhüm) ve din bilgilerini onlardan öğrenen Tabiîn ve Tebe-i tâbiîn’in büyükleridir (rahmetullahi aleyhim).

Selef-i sâlihîn’in arasında bilhassa İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin (rahmetullahi aleyh) talebeleri içinde kelâm yâni îmân bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin yetiştirdiği talebelerinden Ebû Bekr Cürcânî meşhûr oldu. Bunun da talebesinden Ebû Nasrı Iyâd, Ebû Mensur Mâturîdî’yi yetiştirdi. Ebû Mensur Mâturîdî, İmâm-ı a’zâm’dan gelen îtikâd bilgilerini, genişletip açıklayarak kitaplara yazdı. Doğru yoldan ayrılanlara karşı Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi ve yaydı. Kitâb-ut-tevhîd ve Te’vîlât-ül-Kur’ân ve daha başka mühim eserler te’lif etti. Ebû Mensur Mâturîdî (v. 744/333) bu hizmetlerini, Mâverâünnehr mıntıkasında yürütüyordu.

Aynı asırda Bağdâd ve Basra’da da Ehl-i sünnet îtikâdını Ebü’l-Hasen Eş’arî savunuyordu. Mu’tezilî kelâmcılarından Ebû Ali Cübbâî’nin talebesi olan ve kırk yaşına kadar mu’tezile îtikâdını savunan Ebü’l-Hasen Ali Eş’arî, bir Ramazân-ı şerîfde rüyasında Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemi gördü. Resûlullah efendimiz, Ebü’l-Hasen Eş’arî’ye sünnetine yardımcı olmasını emretti. Bunun üzerine, mu’tezilenin bozuk yolundan ayrılıp, Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdına dönerek hâlini herkese îlân etti, Mu’tezile yoluna dâir yazdıklarının hepsini iptal etti. Ehl-i sünnet îtikâdı üzerine kitaplar yazıp dağıttı, ömrünün sonuna kadar, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymak için çalıştı. Ebü’L-Hasen Eş’arî (rahmetullahi aleyh), bu sırada El-lüma’ fîr-reddi âlâ ehlizzeyğı vel-bid’a ve Makâlât-ül-İslâmiyyîn adlı pek kıymetli eserlerini yazdı.

Ebü’l-Hasen Eş’arî ve Ebû Mensur Mâturîdî (rahmetullahi aleyhimâ) yazmış oldukları eserler ve bid’at ve küfür ehline verdikleri cevâblarla Ehl-i sünnet kelâmını te’sîs edip, îmân ve îtikâd bilgilerini aklî delîllerle te’yid edip kuvvetlendirmişlerdir. Mu’tezile gibi, aklı nakilden önde tutmamışlar, nakli esas alıp, aklı ona hizmetçi yapmışlardır. Ebü’l-Hasen Eş’arî ve Ebû Mensur Mâturîdî’nin büyük gayretleri ile kelâm ilmi, mu’tezile’nin bozuk inanışlarından kurtuldu. Ehl-i sünnet îtikâdını bildiren Ehl-i bid’atı reddeden bir ilim oldu. Bundan sonra akâid ilmine, kelâm ilmi denildi.

Bu iki büyük âlim, Selef-i sâlihînin bildirdikleri îmân ve îtikâd bilgilerini; delilleri, usûl ve kaideleri ile açıkladılar, kısımlara ayırdılar ve sistemli bir hâle koydular. Sonra gelen âlimler de onlara uydular. Bu yüzden bildirdikleri îtikâd üzere olanlara, bu âlimlerin isimlerine nisbetle Eş’arî ve Mâturîdî denildi. Bu iki imâm, Selef-i sâlihînin bildirdikleri îtikâd bilgilerinden dışarı çıkmamışlar, ayrı ayrı mezheb kurmamışlardır. Ancak bulundukları yerler birbirinden farklı ve karşılarındaki bozuk kimselerin düşünüş ve davranışları başka başka olduğundan; savunma metodları ve bozuk kimselere verdikleri cevaplar da farklı olmuştur. Bu durum, mezheblerinin ayrı olduğunu göstermez. İşte hicrî ikinci asırdan sonra gelip Selef-i sâlihîne uyan Ehl-i sünnet âlimlerine de Halef-i sâdıkîn denir. İmâm-ı Eş’arî, Şafiî mezhebinde; İmâm-ı Mâturîdî ise, Hanefî mezhebinde idi. Bu yüzden Hanefîlerin çoğu Mâturîdî, diğer üç mezhebin mensublarının da çoğu Eş’arî oldu. Ehl-i sünnet denince, Mâturîdî ve Eş’arî mezhebleri anlaşılır. Ayrıca, Ehl-i sünnetin Selefiyye diye bir kolu yoktur. Selef-i sâlihîn’in mezhebi var ise de, selefîlik cereyanından başkadır. Bu ikisini birbirine karıştırmamalıdır (Bkz. Kelâm).

Amelî mezhebler: îtikâd’da Ehl-i sünnet (Eş’arî ve Mâturîdî) olan müslümanlar amelde mezheblere ayrılmışlardır, îtikâd bilgileri gibi amel, yâni yapılacak ve sakınılacak işleri de Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm), Resûlullah’dan öğrendiler. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübarek cemâlini görmekle ve kalblere işleyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle kısa zamanda yükseldiler. Hepsi de, derin ilim isteyen ve pek ağır şartları olan ictihâd derecesine eriştiler (Bkz. İctihâd). Din bilgilerinin yanında idarecilikte, zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf marifetlerinde de mütehassıs oldular. Daha hayâtta iken Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem onlara ictihâd etmeleri için izin verdi. Etrafa hâkim olarak gönderdiği Eshâbına re’yleri (ictihâdları) ile hükm etmelerini emir buyurdu. Meselâ, Amr bin Âs’a (radıyallahü anh) hakkında nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) bulamadığı işler için; “Kendin hüküm çıkar. Yanılmazsan on sevâb, yanılırsan bir sevâb kazanırsın” buyurdu. Müctehid oldukları için Eshâb-ı kiramın her birinin mezhebi (ictihâdları) vardı. Büyük âlim Şah Venyyullah Dehlevî’nin (rahmetullahi aleyh) El-İnsâf isimli kitabında; “Eshâb-ı kiram zamanında da mezhebler vardı. Onlar fıkıh bilgilerinde mezheblere ayrıldılar. Tabiîn, Eshâb-ı kiramın mezheblerini aldılar” buyurdu.

Eshâb-ı kiramın herbiri kendi mezhebinde idi. Onlar, sonra gelen müctehidlerin hepsinden daha âlim, daha yüksek müctehid oldukları gibi, mezhebleri de daha doğru daha kıymetli idi. Çünkü onlar, bütün bilgileri asıl kaynağından almışlardı. Ancak ictihâdları az veya çok birbirinden farklı olduğundan, mezhebleri de böyle farklı idi. Aralarında meydana gelen bâzı ihtilaflar ve ayrılıklar da bu yüzdendir. Bu sebeble onlar hakkında sanlarına uygun olmayan sözler asla söylenemez. Böyle sözlerde bulunmak çok tehlikelidir.

Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm ecmaîn) sohbetleri bereketiyle Tabiîn ve onlardan sonra Tebe-i tabiîn arasında da pek çok mezheb sahibi müctehid âlimler yetişti. Bunlara nice kimseler uydu. Bunlardan dört imâmın mezhebleri yayılıp kitaplara yazıldı. Diğerlerinin ve Eshâb-ı kiramın mezhebleri, usûl ve metodları kitaplara geçirilmediği için unutuldu. Bu sebeble sonraki asırlarda Ehl-i sünnetin amelde dört mezhebi kaldı. Olur olmaz kimseler çıkıp da müctehidim diyerek, bozuk fırkalar ortaya çıkarmamaları için Ehl-i sünnet, bu dört mezhebden başkasına uymadı. Bütün dünyâya bu dört mezheb yayıldı. Bu dört mezhebden birincisi, Hanefî mezhebi olup, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’man bin Sâbit’in (rahmetullahi aleyh) mezhebidir. Hanîf; doğru inanan, İslâmiyet’e sarılan kimse demektir. Ebû Hanîfe; hakîki müslümanların babası demektir. İmâm-ı a’zam; Hanîfe adında bir kızı olduğu için bu künyeyi almamıştı (Bkz. İmâm-ı a’zam). Ehl-i sünnetin dört mezhebinden ikincisi Mâliki mezhebi olup, imâmı Mâlik bin Enes (r. aleyh) dir (Bkz. İmâm-ı Mâlik). Üçüncüsü Şafiî mezhebi’dir. İmâmı, Muhammed bin İdrîs Şafiî’dir, (rahmetullahi aleyh). İmâmın dedesinin dedesi olan Şafiî hazretleri Eshâb-ı kiramdan olduğu için kendisine ve mezhebine Şafiî denildi (Bkz. İmâm-ı Şafiî). Dördüncüsü Hanbelî mezhebi olup, imâmı Ahmed ibni Hânbel (rahmetullahi aleyh)dir (Bkz. Ahmed bin Han bel).

Bu dört mezhebin hâli, bir şehir ahâlisinin hâline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kânunda bulunmazsa, o şehrin eşrafı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kânunun uygun bir maddesine benzeterek yaparlar. Bâzan uyuşamayıp, bâzısı devletin maksadı, beldeleri tamir ve insanların rahatlığıdır der. O işi, rey ve fikirleri ile, kânunun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefî mezhebine benzer. Bâzıları da, devlet merkezinden gelen me’mûrların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Bâzıları ise kânunun ifâdesine yazının gidişine bakarak, o işi yapma yolunu bulur. Bunlar da, Şafiî mezhebi gibidir. Bir kısmı ise, kânunun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbeli mezhebine benzer. İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kânuna uygun olduğunu söyler. Kânunun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlıştır. Fakat, kânundan ayrılmaları, kânunu tanımadıklarından, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kânuna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiç biri suçlu görülmez. Belki, bu çalışmaları beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha çok beğenilip, mükâfat alır. Dört mezhebin hâli de böyledir.

Dört mezhebin imamları, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde, açıkça bildirilen din bilgilerini Eshâb-ı kiramdan işiterek toplamışlar, açıkça bildirilmeyen bilgileri de açık bildirilmiş olanlara benzeterek, yâni ictihâd ederek meydana çıkarmışlardır (Bkz. Kıyâs ve İctihâd). Ancak mezheb imamlarının bâzı mes’elelerde ictihâdları farklı olmuştur. Dört mezhebin ayrıldığı bir işte, birinin doğru, diğerlerinin yanlış olması lâzımdır. Fakat, her mezheb imâmı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar af olur ve hattâ sevâb kazanır. Çünkü Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Ümmetime, yanıldığı ve unuttuğu için ceza yoktur” buyurdu.

Ayrıca, dört mezhebin amellere, yâni ibâdetlere, işlere ait bâzı hususlarda birbirlerinden ayrılmaları, müslümanlar için rahmet ve kolaylıktır. Nitekim hadîs-i şerîfde; “İş hayâtında, müslümanların mezheblere ayrılması, Allahü teâlânın rahmetidir” buyruldu. Çünkü dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her müslüman vücûd yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayâtına göre kendisine kolay gelen mezhebi seçer. İbâdet ve işlerini bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Bunun için İslâm memleketlerinde müslümanlar dört mezhebden birine uymuşlardır. Türkistan ile Hindistan’ın ve Anadolu’nun hemen hepsi Hanefîdir. Afrika’nın garb (batı) tarafı hep Mâlikidir. Hindistanın bâzı sahillerinde de bulunur. Şâfiîler, Mısır’da, Doğu Anadolu’da, Arabistan’da ve Dağıstan’da çokdur. Hanbelîler ise vaktiyle Şam ve Bağdâd’da çok olmalarına rağmen bugün azdır.

Görülüyor ki, Allahü teâlâ ve Peygamberi, mü’minlere merhametli oldukları için, bâzı işlerin nasıl yapılacağı, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. Açıkça bildirilse idi, öylece yapmak farz olurdu. Yapmıyanlar günâha girer, kıymet vermeyenler de kâfir olurdu. Mü’minler, tek mezhebe göre işlerini yapmak durumunda kalsalardı, işleri zorlaşırdı. Nitekim önceki ümmetler, ibâdetlerini ve işlerini tek mezhebe göre yapmışlardı.

Halîfe Harun Reşîd, İmâm-ı Mâlik’in yanına geldi. “Kitaplarını her tarafa yaymağı ve ümmetin yalnız bunlara uymasını istiyorum” dedi. İmâm-ı Mâlik hazretleri; “Yâ Emîr-el-mü’minîn! Âlimlerin ihtilâf etmesi, Allahü teâlânın bu ümmete rahmetidir. Her müctehid, sahîh bildiği delile tâbi olur. Hepsinin çıkardığı hüküm hidâyettir. Hepsi doğru yoldadır” buyurdu. Böylece bütün mezheblerin yâni müctehidlerin doğru yolda olduğunu bildirmiştir. Bu yüzden dört mezhebin birleştirilemeyeceğinde İslâm âlimleri sözbirliği etmişlerdir.

Müslümanların birliği, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem rahmet olduğunu bildirdiği dört mezhebi birleştirmekle olmaz. Bu birlik, Ehl-i sünnet itikadında birleşmekle olur. Kur’ân-ı kerîm, amelde mezheblere ayrılmayı değil, îmânda ve îtikâdda parçalanmayı yasaklamıştır. Nitekim Âl-i İmrân sûresi yüzüncü âyet-i kerîmenin meâl-i şerîfi; “Ey îmân edenler! Allah’ın dinine sarılınız. Ayrılmayınız”dır. Tefsîr sâhibleri, meselâ Ebüssü’ûd Efendi (rahmetullahi aleyh) burayı tefsîr ederken; “Ehl-i kitabın yaptıkları gibi parçalanıp doğru îmândan ayrılmayın. Câhiliye zamanında birbirinizle döğüştüğünüz gibi bölünmeyin” buyurdular. Onun için, doğru îmânda birleşmek, îmânda fırkalara bölünmemek emrolundu. Doğru îmânın Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân olduğunu Peygamberimiz haber verdi. Dört hak mezhebin îmânda ayrılıkları yoktur. Dördü de Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdındadır. Bu sebeble birbirlerini sevmişler, yardımlaşmışlar, hep kardeşçe yaşamışlar ve birbirlerinin peşinde namaz kılmışlardır. Dört mezheb arasında kavga ve dövüş olmamıştır.

Avâm’ın yâni müctehid olmayanların, bir müctehidi taklid etmesi, onun mezhebine uyması yâni mukallid olması lâzımdır. Mutlak müctehid olmayan âlimlerin de mukallid olduklarını usûl âlimleri söz birliği ile bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Nahl sûresi kırk üçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Bilenlerden sorunuz.” buyurmaktadır. “Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz! Cehlin ilâcı sorup öğrenmektir.” hadîs-i şerîfi bu âyet-i kerîmeyi tefsîr etmektedir. Nisa sûresinin elli dokuzuncu âyet-i kerîmesinde ise meâlen; “Ulülemre itaat ediniz.” buyrulmaktadır. Müfessirler; Ulülemr’i, âlimler diye de tefsîr etmişlerdir. Buna göre mezheb imamlarına uymak vâcibtir. Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) de kıyâsın delîl ve mukallidin, âlimleri taklid etmesinin vâcib olduğunu bu âyet-i kerîmeden çıkarmıştır. Âlimler; “Müctehid olmayan kimse, müctehide yâni onun mezhebine uymazsa, dalâlete düşer, sapıtır” buyurmuşlardır.

Her müslüman, dört mezhebden kendine kolay geleni seçer, onun kitaplarını okur, öğrenir. Her işini bu mezhebe uygun yapar. Böylece o mezhebi taklîd eder ve o mezhebden olur. Herkese, anasından babasından işittiğini, gördüğünü, öğrenmek kolay geleceği için müslümanlar anasının babasının mezhebinde olmaktadır.

Mezheb imamlarını taklid etmek, Kitabdan ve Sünnetten yüz çevirmek, onların kendi emirlerini yapmak demek değildir. Bilakis Kitabdan ve Sünnetten kendi aklına göre yanlış mânâ çıkarmağa kalkışmayıp, mezheb imamlarının Kitabdan ve Sünnetten bildirdikleri doğru mânâya uymak demektir.

Taklîd, başkasının sözünü, delilini araştırmadan kabul etmek demektir. Bu da kalbden niyyet etmekle, hatırından geçirmekle olur. Delini araştırmak, müctehidin vazifesidir. Mezheb imamlarımız; “Mukallide, müctehidin delillerini bilmek lâzım değildir. Onun için, delîl, mezheb imamının sözleridir” demişlerdir.

Taklîd iki türlü olur. Birisi kâfirlerin; analarını, babalarını, papazları taklîd ederek kâfir olmalarıdır, Böyle taklîd bâtıl ve yanlıştır. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler bu taklidi yasak etmiştir. Müslümanların da, analarını, babalarını taklîd ederek, müslümanım demeleri kâfi değildir. Âmentü’de bildirilen altı şartın mânâlarını bilip, beğenip, kabul eden kimseye mü’min denir. İslâmiyet’de, mukallidin îmânı sahihdir. Yâni düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, öğrenerek, îmân eden kimse, mü’mindir, müslümandır. Ancak istidlali yâni düşünerek ve anlayarak inanmayı terk ettiği için fâsık ve günahkârdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu böyle söyledi. Amelde, yâni yapılacak işlerde taklidi, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler emretmektedir. Asırlardan beri gelmiş olan binlerce evliya sözbirliği ile; “Müctehid olmayan müslümanların işlerini, ibâdetlerini doğru yapabilmeleri için inandıkları, güvendikleri ve diledikleri bir müctehidin mezhebini taklid etmelerinin vâcib” olduğunu bildirmişlerdir. Bu sözbirliğine inanmamak; “Ümmetim dalâlet üzerinde icmâ yapmaz” hadîs-i şerîfine inanmamak olur.

Dört mezhebden birini taklîd eden, o mezhebe giren kimsenin, bu mezhebdeki bilgileri öğrenmesi, haraç (zorluk, meşakkat) sıkıntı olmadıkça her işinde o mezhebe uyması lâzımdır. Kendi mezhebine göre haraç yâni meşakkat olduğu zaman, kendi mezhebindeki ruhsatla amel etmesi caiz olur. Bütün mezheblerde yapılması kolay işler yâni ruhsat bulunduğu gibi, yapılması güç yâni azîmet olan işler de vardır. Azîmet olan işi yapabilecek kimsenin kolay işi yapmağa kalkışması din ile oynamak olur. Azimeti yapmaktan âciz olan, özürlü olan kimsenin ruhsat olanı yapması caiz olur. Böyle kimsenin ruhsat olanı yapması azîmet yapmış gibi sevâb olur. Âciz olmayanın, kendi mezhebindeki ruhsatları yapmaması, azîmetleri yapması vâcibdir. Hattâ kendi mezhebinde yalnız ruhsatı bulunan işin, başka mezhebde azîmeti varsa o azîmeti yapması vâcib olur. Kendi mezhebindeki ruhsat ile amel etmekte de meşakkat olursa, başka mezhebi taklîd etmek caiz ise de o mezhebde, o iş için farz ve vâcib olan şeyleri de yapması ve müfsidlerinden sakınması lâzımdır. Bir Hanefî, abdest alırken niyet etmese, bu abdest ile öğleyi kılsa caizdir. Çünkü, Hanefî mezhebinde, abdestte niyet farz değildir. Fakat ikindiden sonra haraç (zorluk) hasıl olup, Şafiî mezhebini taklid etme durumu ortaya çıksa, önceki abdesti ile ikindiyi kılsa, namazı sahih olmaz. Niyet ederek tekrar abdest alması ve namazı kılması îcâb eder. Ancak bir işi bir mezhebe göre yaparken haraç sebebiyle, o iş için başka mezhebi taklid eden kimse kendi mezhebinden çıkmaz. Yine nikâhı düşen kadına eli değen bir Şâfiînin abdest alması mümkün iken, Hanefî mezhebini taklid ederek bozulmuş abdesti ile namaz kılması sahîh olmaz. Bunun Hanefî mezhebini taklid edebilmesi için, abdest almasında haraç, meşakkat, güçlük bulunması yâni abdest almasının mümkün olmaması ve abdestte ve namazda Hanefî mezhebine göre farz ve vâcib olan şeylerin hepsini yapması lâzımdır. Nitekim eskiden İslâm âlimleri, başka mezhebe göre fetva verdiklerinde, o mezhebin o. İşle alâkalı şartlarını da söylerlerdi. Şeyh İzzeddîn bin Cemâa (rahmetullahi aleyh) bir kimseye bir mezhebe göre fetva verdiği zaman, o mezheb imamının bu iş için bildirdiği şartların hepsini bildirir ve bunları yapmasını söyler; “Bu şartlardan birini yapmazsan ibâdetin sahîh olmaz” derdi. Ancak bir mezhebe göre başlanılan bir işin yine bu mezhebe göre bitirilmesi lâzım geldiğini âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir. Bu yüzden İbn-i Âbidîn (rahmetullahi aleyh) ta’zîri anlatırken şöyle buyuruyor; “Bir kimse dînî bir ihtiyâç olmadan dünyâ işleri için mezhebini değiştirirse, dînini oyuncak yaptığından cezalandırılması lâzımdır. İmansız gitmesinden korkulur.” Onun için bir işi kolay yapabilmek için başka mezhebler karıştırılıp, birleştirilemez. Böyle kolaylıklar birleştirilirse telfîk olur. Telfîk, bir ibâdeti veya bir işi yaparken mezheblerin kolaylıklarını araştırmak, yâni bu işi bu mezheblerin birbirlerine uymayan sözlerine göre yapmaktır. Böyle yapmak dört mezhebden çıkmak, beşinci bir mezheb meydana getirmek olur. Ve bu iş, bu mezheblerin hiç birine göre sahîh olmaz, bâtıl olur. Bunun için, içine necaset düşmüş, rengi, kokusu veya tadı değişmemiş olan kulleteyn mikdârı su ile abdest alırken niyyet etmez ise ve abdest uzuvlarını sıra ile yıkamaz ve oğmaz ve birbiri ardısıra çabuk yıkamazsa ve Besmele ile başlamazsa bunun abdesti dört mezheb imamlarının hiç birine göre sahîh olmaz. Çünkü, Hanefî mezhebine göre içine necaset düşen kulleteyn mikdârı su necisdir. Bu su ile alınan abdest sahîh değildir. Yine bu abdestte, Şafiî mezhebine göre niyet ve tertib; Mâliki mezhebine göre ovalamak ve birbiri ardısıra çabuk yıkamak; Hanbelî mezhebine göre de Besmele okumak farzları yerine gelmemiştir.

Haraç, meşakkat olmadan bir işi bir mezhebe göre, başka bir işi de başka bir mezhebe göre yaparak, dört mezhebi karıştırmak caiz değildir. Bir mes’elede bir müctehidi taklîd edip başka mes’elede başka müctehide uyan kimse birinci müctehide inanmamış, güvenmemiş olduğundan, birinci mes’eledeki taklîdi geçerli sayılmaz.

TÜM CİLDLER
CİLDDEKİ İÇERİKLER