Hadîs âlimi. İsmi, Muhammed bin Süleymân bin Ebî Bekr el-Cezûlî olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. Şerîflerdendir. Doğum târihi bilinmemektedir. Fas’ın Sus şehrinde doğdu. 870 (m. 1465) senesi Rebî’ul-evvel ayının onaltısında, zehirlenerek şehîd edildi. Fas’ın Fugal bölgesinde yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Seneler sonra Merrâkûş’e nakl edilerek, onun için yaptırılan türbeye defn edildi. Türbesi günümüzde ziyâret mahallidir.
Muhammed Cezûlî, memleketinde bir süre tahsil gördükten sonra, Fas şehrine giderek, Saffârin Medresesi’nde tahsiline devam etti. Tahsilini tamamladıktan sonra tekrar memleketine döndü. Fakat tekrar memleketinden ayrılmak zorunda kaldı. Bu ayrılma hâdisesi şöyle anlatılır: “Muhammed Cezûlî’nin bulunduğu bölgede, iki kabile arasında şiddetli kavga olmuştu. Bu kavga sırasında bir genç öldürüldü. Her iki kabile, bu gencin kendileri tarafından öldürülmediğini iddia ediyordu. Aralarındaki bu iddialaşma o kadar ileri gitmişti ki, iki kabile tekrar kavga edecek duruma geldi. Bu sırada oraya gelen Muhammed Cezûlî, kan dökülmesini önlemek için, o genci kendisinin öldürdüğünü söyledi. O beldenin âdeti: bir adam öldüren kişi, kabileden kovulurdu. Onlar da bu âdet üzerine, Muhammed Cezûlî’yi aralarından çıkardılar. Bunun üzerine Muhammed Cezûlî oradan ayrılarak, Arabistan yarımadasına gitti. Orada uzun bir müddet kaldı; Mekke, Medine ve Kudüs şehirlerini dolaştı. Buralarda çeşitli âlimlerin sohbetinde bulundu.
Bir süre sonra memleketine dönen Muhammed Cezûlî, Tit şehrinde bulunan Ebû Abdullah Muhammed’in sohbetlerine katılarak, Şâzilî tarikatına girdi. Ondört sene müddetle halvete (yalnızlığa) çekildi. Sonra talebe yetiştirmeye başladı. Talebelerinin sayısının onbinleri bulduğu rivâyet edilmektedir.
Şöyle anlatılır: “Muhammed Cezûlî, birgün bir kuyu başına abdest almak için uğradı. Kuyunun yanında su çekmek için kova ve ip yoktu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Bir kız, onun bu hâlini yüksekçe bir yerden gördü ve ona şöyle dedi: “Sen kimsin ve niye şaşırdın?” Muhammed Cezûlî, onun kova getireceği ümîdi ile kendisini tanıttı ve hâlini bildirdi. Kız bunun üzerine ona; “İnsanlar seni hayır ve kerâmetle överler. Sen ise kuyudan bir su çıkarmaktan âciz kaldın ve şaşırdın” dedi ve gelip kuyuya seslendi. Allahü teâlânın izni ile su, kuyudan taşıp dışarıya akmaya başladı. Muhammed Cezûlî abdest aldıktan sonra kıza; “Sen bu kerâmete hangi amelin sebebi ile nail oldun?” dedi. Kız da şöyle cevap verdi; “Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ) salevât-ı şerîfeyi çok getirmekle ve salevât okumaya devam ederek nail oldum.”
Muhammed Cezûlî, bu duruma hayret ederek; “Acaba hangi salevât-ı şerîfeyi okumaya devam etsem?” diye düşünmeye başladı. O gece, bu düşünceden dolayı uykusu gelmedi. Bu düşünce içerisinde yatakta yatarken, hanımı yatağından kalktı. En güzel elbisesini giyip, örtüsünü örtüp evden dışarı çıktı. Bunu görünce, hanımının bu saatte nereye gittiğini merak ederek arkasından dışarı çıktı ve gördü ki: Hanımı deniz sahiline ilerliyor. Önünde bir arslan; ardında bir arslan ona bekçilik ediyordu. Merakı daha fazla arttı. Hanımı deniz kıyısına gitti. Denizin ortasında, ıssız ve küçük bir ada vardı. Arslanlar denizin kıyısında yattılar. Hanımı ise su üstünde yürüyerek o adaya gitti. Orada abdest alıp, namaz kılmaya başladı, ibâdetini tamamladıktan sonra, yine su üzerinde yürüyerek kıyıya geldi. Arslanlar da kalkarak, biri önde, biri arkada yürümeye başladılar. Muhammed Cezûlî daha önce eve gelip, uyuyor göründü. Hanımı, eve gelip elbiselerini değiştirip, yattı. “Hanım bunu her gece mi yapıyor?” diye düşünerek, üç gece onu gözetledi. Hanımının her gece böyle yaptığını gördü. Üçüncü gecenin sabahında, bu durumu hanımına sordu. Hanımı ona; “Siz, bu işe şimdi mi vâkıf oldunuz? Uzun senelerdir ben böyle yapıyorum” dedi. Bunun üzerine Muhammed Cezûlî; “Acaba, bu kerâmete ne sebeple kavuştunuz?” diye sorunca, hanımı; “Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ) salevât-ı şerîfe okumayı hiç bırakmadım. Bu yüzden buna kavuştum” dedi. Muhammed Cezûlî; “Devam ettiğiniz bu salevât-ı şerîfe hangisidir?” diye suâl etti. Hanımı cevap vermedi. Israr edince; “Bu gece istihâre edeyim, izin olursa, cevap veririm” dedi. Sabahleyin hanımı; “Açıkça söyliyeyim, haber vermeye izin yoktur. Ancak salevât-ı şerîfeleri topla, onların içinde varsa, “Vardır” diye haber veririm” dedi. Bunun üzerine Muhammed Cezûlî, birçok kitaplarda bulunan salevât-ı şerîfeleri topladı ve bir kitap yazdı. Hanımına, yazdığı bu kitabı okuduğu zaman, hanımı; “İçinde birkaç yerde vardır” dedikten sonra; “Bu kitabı okumaya devam edenin, Allahü teâlânın rahmetine kavuşacağına şüphe yoktur” dedi. Muhammed Cezûlî bu eserine, “Delâil-ül-hayrât ve şerâvârık-ül-envâr” ismini verdi. Bunun ma’nâsı; hayırlara delîller ve parlayan nûrlar’dır.
Muhammed Cezûlî’nin kabrinin nakli şöyle anlatılır: “Muhammed Cezûlî’nin kabrinin bulunduğu belde küffâr eline geçince, talebesinin talebesi, hocamızı orada bırakmıyalım diyerek kabrini açtırdı. Aradan yetmiş sene geçmişti. Kabrini açtıklarında, mübârek bedenini, nasıl defn edilmiş ise o hâlde olduğunu gördüler. Onu sevenlerden birisi, Muhammed Cezûlî’nin alnına parmağını bastırdı. Alnındaki kan dağıldı. Parmağını kaldırınca, yine toplandı. Sanki canlı bir insan idi. Oradan mübârek bedenini alıp, Merrâkûş’a getirip defnettiler. Kabrinin üzerine bir türbe yaptırdılar.”
Muhammed Cezûlî’nin Delâil-ül-hayrât’tan başka ba’zı eserleri de vardır. Fakat en meşhûru bu eserdir. Hizb-ül-felâh ve Hizb-i Sübhân ed-dâim yazmış olduğu eserlerdendir.
Delâil-ül-hayrât’ta toplanmış olan salevât-ı şerîfelerden ba’zıları şunlardır:
“Allahümme salli alâ Muhammedin ve ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve bârik alâ Muhammedin ve ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ bârekte alâ âli İbrâhîme inneke hâmîdün mecîd.”
“Allahümme salli alâ Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhîme inneke hâmîdün mecîd.”
“Allahümme salli alâ Muhammedin-in-nebiyy-il-ümmiyyi ve alâ âli Muhammed.”
“Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hâmîdün mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hâmîdün mecîd, Allahümme ve terahham alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ terahhamte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hâmîdün mecîd. Allahümme ve tehannen alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ tehannente alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hâmîdün mecîd. Allahümme ve sellim alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ sellemte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hâmîdün mecîd.”
“Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhîme inneke hâmîdün mecîd.”
“Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âlihi ve eshâbihi ve evlâdihi ve ezvâcihi ve zürriyyetihi ve ehl-i beytihi ve eshârihi ve ensârihi ve eşyâihi ve muhibbihi ve ümmetihi ve aleynâ maahüm ecmaîne yâ erhamerrâhimîn.”
“Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve alâ ehl-i beytihi.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Neyl-ül-ibtihâc
2) Brockelmann Gal-2, sh. 252
3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1042